Korkmuyorsunuz, nefret ediyorsunuz (2)
Türkiye'de, şaibesiz seçimler sonucunda oluşmuş Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) iktidarlarını, “Hitler de Weimar anayasası döneminde seçimle işbaşına gelmişti” diyerek meşruiyet dışı bir olguymuş gibi yansıtmaya çalışan popüler bir metafor var...
Taraf'ta, Mithat Sancar'ın bu propaganda sahiplerini eleştiren bir yazısının yayımlandığını hayal meyal hatırlıyordum... İçimden bir ses, “Korkmuyorsunuz, nefret ediyorsunuz” (Taraf, 15 Mart) başlıklı yazımın ikinci bölümünü (bu bölümün, “özünde 'nefret'ten ibaret olan duygularını bir 'korkunççuluk' oyununa çevirenlerin tarihsel sorumlulukları ve Ergenekon zihniyetinin bu oyundan ne surette yararlandığı üstüne” olacağını söylemiştim) yazmaya başlamadan önce, bu yazıyı mutlaka okumam gerektiğini söylüyordu bana.
Sancar'ın “Balyoz, zamanlama ve Weimar” başlıklı yazısını (Taraf, 28 Ocak 2010) buldum, okudum ve yanılmadığımı anladım...
Weimar-Hitler argümanı “sivil” Ergenekon iktidarına uyar!
Sancar, Weimar-Hitler argümanını, Birinci Ordu Komutanı olduğu dönemde Orgeneral Çetin Doğan'ın da “büyük bir cehtle yaygınlaştırmaya çalıştığını” hatırlattıktan sonra şöyle devam ediyor:
“Weimar, esas olarak, demokratik sistemlerde, rejim karşıtı güçlerin demokrasinin imkânlarını istismar ederek iktidarı ele geçirmelerinin bir metaforu olarak kullanılır. (...) Naziler de zaten demokratik parlamenter mekanizmaları kullanarak iktidara geldiler. Bu mantıktan şu sonuç türetilir: Demokrasiyi korumak için, gerektiğinde onu hadım etmek ve hatta askıya almak meşrudur.”
Sancar, Almanya'da bu anlayışın köklerinin, 1848 devrimine kadar gittiğini söyleyip hatırlatıyor: “Yenilgiyle sonuçlanan bu 'burjuva demokratik devrimi teşebbüsü' sırasında, devrim karşıtı güçlerin ünlü sloganı şuydu: 'Demokratlara karşı tek çare askerlerdir.'”
Eh, Bismarck'ın besleyip büyüttüğü disiplinli, milliyetçi Alman ruhu, “demokratlık”ı tabii ki “rejim karşıtlığı” olarak algılıyordu (bu size tanıdık bir yerleri hatırlatmaya başladı mı?). Buradaki kritik nokta şu: “Sivil” Naziler, özellikle örgütlenmelerinin başlangıcında askerler tarafından açık bir biçimde desteklenmişlerdi.
“Öte yandan”, diye devam ediyor Mithat sancar, “Nazilerin iktidar yürüyüşüne eşlik eden güçlü propagandanın temel motifi şöyleydi: 'İç ve dış düşmanlar' tarafından yok edilmek istenen bir millet; onu kurtarmak için de ulusal(cı) bir hükümete dayalı güçlü bir devlet.”
Sancar'ın aktardığı bu tablo Türkiye'ye gerçekten de benziyor, fakat 2002-2008 arasının Türkiye'sine benziyor. O dönemde de “İç (AK Parti) ve dış (ABD, Avrupa) düşmanlar tarafından yok edilmek istenen bir millet” tesbitinden ve “onu kurtarmak için de ulusal(cı) bir hükümete dayalı güçlü bir devlet” amacından yola çıkarak iktidarı ele geçirmek isteyenler vardı ve askerler de açıkça onları destekliyorlardı.
Hürriyet'in bir ara “1 numara o mu?” diye sorduğu emekli general Doğu Silahçıoğlu ne kadar veciz bir biçimde anlatmıştı bu “ulusalcı hükümet” operasyonunu:
“Laik Cumhuriyeti savunmaya kararlı her yurttaş, hükümetin antidemokratik uygulamaları karşısında, toplumsal tepkisini olanca gücüyle ortaya koymalı; anayasal kurum ve kuruluşların da desteğinde, halkın geniş katılımıyla bir 'ulusal cephe' oluşturulmalı ve AKP hükümeti en kısa sürede iktidardan uzaklaştırılmalıdır!..” (Cumhuriyet, 3 Şubat 2008)
Olaylar bildiğimiz gibi gelişmeseydi ve emekli generalin o yazısında söylediği gibi, AK Parti iktidardan uzaklaştırılıp “Atatürk Cumhuriyeti yandaşlarının genel seçimler sonrasında siyasal iktidarı ele geçirebilmeleri ve yeni bir nesil yetişinceye kadar yönetimde kalmayı sağlayabilecek önlemler geliştirilebilseydi”...
İşte o zaman Weimar-Hitler metaforu tam yerine oturacaktı!
Doğru, Hitler seçimle iktidara geldi, fakat o kadar oyu kimlerden aldı diye sormayacak mıyız? Tabii ki “komünizm” ve “anarşizm”le korkutulup, siyaseten alıklaştırılmış geniş orta sınıflardan...
Madem çok seviyorlar bu argümanla tartışmayı, devam edelim o zaman: O dönemin “sivil” Nazilerine ille de bir karşılık bulmak istiyorsanız “sivil” Ergenekon'a ve Ergenekon zihniyetine bakacaksınız; o dönemin Nazilerine iktidar yolunu açan Alman orta sınıflarına ille de bir karşılık bulmak istiyorsanız, hiç kızmayın, kendinize bakacaksınız!
Ergenekoncu zihniyetin iktidar stratejisi
Ergenekonculuğun iktidar stratejisi son derece yalın: Kendisiyle mücadele etme potansiyeline ve gücüne sahip tek siyasi (ve toplumsal) gücü düşmanlaştırmak, onun etrafında bir korku atmosferi yaratmak ve bu algıları manipüle ederek kaotik bir ortam oluşturmak... Hedef, insanlarda nefret yaratarak “düşmanımı kim alt ederse etsin, yöntemini sorgulamam” duygusunu yaratmaktır ki, etrafımıza baktığımızda, bu iktidar stratejisinin hayli başarılı olduğunu hemen görebiliyoruz.
Ergenekoncu zihniyet, daha en başında, en küçük bir tereddüde kapılmaksızın AK Parti'nin “milli bünye”ye enjekte edilmiş “tekinsiz” bir kanser hücresi, ülkeyi işgal etmiş bir “düşman” olarak algılanması için çaba göstermeye başladı. (Kimi köşe yazarları bu çabayı, “canım, daha programı bile açıklanmamış partiye kim, niye kumpas kurmak istesin ki” diye inkâr etmeye çalışıyorlar. Kötü niyetli değillerse eğer, bu argümanlarını çok “naif” bulduğumu söyleyeceğim...)
Ergenekoncu zihniyet, AK Parti iktidara geldiğinde, “düşmansın-imha edileceksin” şeklindeki tavrını olabilecek en net biçimde ortaya koymuştu ama, başlangıçta Türkiye'nin “seküler-kentli-çağdaş” orta sınıflarından arzu ettiği desteği bulamamıştı. Bunda, AK Parti'nin kendisini “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamasının, “Milli Görüş” gömleğini üzerlerinden attıklarına dair beyanlarının da rolü vardı. Ayrıca, AK Parti'nin geçiciliğine, “konjonktür partisi” olduğuna dair yürek ferahlatıcı çıkışlar da başlangıçtaki tereddütte rol oynamış olmalıdır.
Başlangıçtaki tereddüdü sırf Cumhuriyet gazetesinin yaklaşımına bakarak dahi anlamak mümkündü. AK Parti iktidarının ilk aylarında Cumhuriyet “muhalif” bir çizgi izliyordu ama iktidara “düşman” değildi; İlhan Selçuk, Cumhuriyet’in “doğruya doğru, yanlışa yanlış” diyen bir yayın çizgisi tutturacağını söylemiş, bunun ilk örneğini de hükümetin ilk icraatlarından birini oluşturan “emekli maaşlarına seyyanen 100 TL zam” meselesinde ortaya koymuştu. Selçuk, basındaki kimi “solcu” yazarların hükümeti “bu paranın kaynağı nerede?” diyerek sıkıştırmasına sinirlenmiş, “Size ne kardeşim, yapılan doğru bir şey” diyerek onları paylamıştı.
Fakat birkaç gün sonra kadim dostu, sütun komşusu Oktay Akbal’dan ağır bir “ayar” alacaktı. Akbal’a göre, bu “dinci” iktidarın olumlu bir şey yapması ontolojik olarak mümkün değildi. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın yanlış bulunmalı ve bu çizgi iktidar yıkılıncaya kadar sürdürülmeliydi. Oktay Akbal’ın, o günlerdeki “Kartaca Yıkılmalıdır” başlıklı yazısından:
“Roma tarihinde bir senatörden sık sık söz edilir. Bu senatör, toplantılarda hangi konu açılırsa, hangi sorun söze gelirse bir tek cümle söylermiş: ‘Kartaca yıkılmalıdır.’ Roma’nın büyük düşmanı Kartaca’ydı. Bu düşman yıkılmadan, ezilmeden, Roma, huzuruna, barışa, güvenliğe kavuşamayacaktı. Biz de ‘AKP iktidarı yıkılmadan Türkiye’nin hiçbir sorunu çözülemez’ diyenlerdeniz.”
İşte Akbal’ın o yazısından sonra İlhan Selçuk’un formüle ettiği “doğruya doğru, yanlışa yanlış” deme çizgisinden eser kalmadı. Ve gazete bu yeni çizgiden en küçük bir taviz bile vermeden “Genç subaylar rahatsız” günlerine, “Tehlikenin farkında mısınız” günlerine kadar geldi...
Oktay Akbal'ın formüle ettiği zihniyet, tipik Ergenekon zihniyetiydi... Ve bu zihniyet, başlangıçtaki nispeten zayıf pozisyonundan kalkarak; AK Parti iktidarının sürekliliğini tecrübe ettikçe tedirginliği artan, iktidar kaybı yaşadığını düşünen geniş orta sınıfların duygularını adım adım nefrete dönüştürmeyi başardı.
NOT. Salı günü, Ergenekon zihniyetinin AK Parti ve onun temsil ettiği toplumsal kesimler etrafında örmeye çalıştığı nefret çemberinin günümüzdeki boyutları; cuma günü de siyasi iktidarın, Ergenekon zihniyetinin memnuniyetle kaydedip propaganda malzemesine kattığı hataları üzerine yazarak dört bölümlük bu diziyi bitireceğim.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT