Konjonktürel Kazanımlar ve İlkesel Çelişkiler Arasında Anayasa Değişikliği
Muhalefetin Anayasa değişikliğine cepheden savaş açması ‘İslami camia’yı otomatik biçimde savunma pozisyonuna itiyor. Oysa “tam yetkili, tek yetkili bir Cumhurbaşkanı” profili çizen düzenleme sadece güncel faydalar boyutuyla değil, ilkesel açıdan da tartışılmalı!
Türkiye’nin sabit gündem maddelerinden biri olan anayasa tartışması hararet kazanmış durumda. Değişiklik maddeleri Meclis genel kurulunda birbiri ardına kabul edilirken, MHP’nin de desteğiyle AK Parti iktidarınca hazırlanan düzenlemenin referanduma taşınması önünde bir engel kalmamış görünüyor.
Türkiye’de siyasi atmosferin her zaman sert olduğu bilinmekle beraber, anayasa değişikliği konusunun iktidar ve muhalefet arasında keskin kutuplaşma olgusunu daha da sertleştirdiği ortada. İktidar anayasa değişikliğinin Türkiye’nin bekası için tek yol olduğunu ve aksi durumda felaketin eşiğine gelineceğini söylerken, muhalefet bu düzenlemeyle ülkenin bölünmesinin, parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu iddia edebiliyor.
Siyaset zeminini alabildiğine daraltan bu durum aynı zamanda düşünme, müzakere, eleştiri zeminlerini de hırpalamakta. Yine bu durum herkesi ister istemez hangi tarafa yakın duruyorsa onun tezlerini tam bir sahiplenmeyle savunmak durumunda bırakmakta. Oysa bu atmosferin gerçeğin net biçimde görülmesi, algılanması ve savunulmasına katkı sağlamadığı ise gayet açık.
Aynı atmosferin ‘İslami camia’yı da derinden etkilediği biliniyor. Siyaset zemininde atılan ve atılacak adımları öncelikle İslami kazanımların korunması ve geliştirilmesi ve aynı çerçevede Ümmet perspektifinin gözetilmesi kriteriyle değerlendirme tutumu anlaşılabilir bir şekilde bizleri mevcut iktidarın güçlenerek yoluna devam etmesinden yana tutum almaya itiyor. Bariz bir şekilde İslami kimlik ve değerlerle köklü bir çatışma geleneğini temsil eden muhalefetin elini güçlendirecek gelişmeleri doğal olarak tehlikeli addediyoruz. Bununla birlikte bu yaklaşım tarzı bizi eleştirmekten, sorgulamaktan uzaklaştırmamalı; endişe ve itirazlarımızı dillendirmekten alıkoymamalı! Müminlerin, Ümmetin maslahatını gözeterek belirlediğimiz öncelikler, bizi yanlışlara karşı tavır almaktan imtina eder bir pozisyona düşürmemeli!
Hangi ihtiyaçtan kaynaklandı? Hangi sorunu çözecek?
Bu kaygı ve duyarlılıktan hareketle, tartışılmakta olan anayasa değişikliği gündemine baktığımızda öncelikle bu değişikliğin mahiyetine ilişkin belirsizlik ve neden böyle bir düzenlemeye ihtiyaç duyulduğuna dair soruların iktidarı şartsız destekleyen kesimlerin zihinlerinde dahi net cevaplarının bulunmayışı dikkatimizi çekiyor. Milletvekili sayısının 550’den 600’e çıkarılması gibi garabetler de cabası!
Yine de mevcuda kıyasla değiştirilen maddelerin bir kısmının, bilhassa da sistem üzerinde militarist ağırlığı zayıflatmaya yönelik adımların, elbette halkın lehine düzenlemeler olduğu, özgürlük alanını genişleteceği, bürokratik vesayet olgusunu daraltacağı söylenebilir. Şüphesiz bunlar önemli ve güzel şeyler ama değişikliğin özünü bu düzenlemeler oluşturmuyor.
Anayasa değişikliğinde belirleyici olan şey ‘çift başlılığın kaldırılması’ diye ifade edilen, yetkinin cumhurbaşkanı elinde toplanmasına ilişkin düzenleme. Daha önce bizzat Erdoğan tarafından ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ diye de adlandırılmış olan bu sistem değişikliği geleneksel ‘güçler ayrılığı’ prensibini de epeyce esnetecek, zayıflatacak şekilde bir güç temerküzünü getiriyor. Yüksek yargı üyelerinin belirlenmesinden, Meclis’i fesh yetkisine kadar bir dizi alanda tam yetkili, tek yetkili bir başkanlık modeli söz konusu.
Tam burada konjonktürel tutum alışlar ile ilkesel yaklaşım farkının çatışması durumu ile karşılaştığımızı söylemek mümkün. Şöyle ki, sistemin işleyişi ile ilgili olarak ‘İslami camia’nın genel manada Recep Tayyip Erdoğan’ın şahsıyla alakalı olarak hayırhah bir tutum takınması anlaşılabilir bir şeydir. Hatta bugüne dek yaşanan pek çok gelişmeyi, kritik gündemleri düşündüğümüzde “keşke daha fazla yetkiye sahip olsaydı, keşke istediğini yapabilseydi” diye sıkça iç geçirildiği de sır değildir. Buna karşın açıkça ‘kişiye özel’ bir görünüm içeren gündemdeki düzenlemelerin ilkesel açıdan savunulmasının zor olduğu da görmezden gelinemez.
Öncelikle tek adam siyasetinin, güçlü, muktedir liderler anlayışının kısa dönemde birtakım sorunların çözümüne katkı sağlaması söz konusu olsa da uzun dönemde ihtiyacımız olan şey olmadığı açıktır. İslam Ümmeti olarak istişarenin yaygınlaştırılmasının, yetki paylaşımının ve ortak hareket etme mekanizmalarının güçlendirilmesinin maslahatımıza daha uygun olduğu görülmelidir.
Ya Erdoğan’dan sonra?
Öte yandan konu pratik zeminde de gayet riskli bir mahiyete sahiptir. Şöyle ki, tüm hesaplar bugüne göre, mevcut şartlar esas alınmak suretiyle yapılmaktadır. Pragmatik bir yaklaşımla “siyaset sahnesinde bugün de, yarın da Tayyip Erdoğan olacak, değil rakip olmak, onun haricinde liderlik kapasitesine sahip biri bile yok” diye düşünülüyor. Bu tahlil bugün ve yakın gelecek için doğru olabilir ama bu durumun aynen süreceğinin garantisi yok ki! Seçmen tercihinin uzun dönemde belli bir eksende seyretmesi her durumda aynen devam edeceğini göstermez.
Ve unutmayalım ki, Türkiye, istikrarsız bir coğrafyada bulunan ve siyasi seyyaliyeti yüksek bir ülkedir. Siyasal-toplumsal rüzgârların bir anda farklı esmeye başlamasıyla yarınlarda hiç arzu edilemeyecek gelişmelerle yüz yüze gelinebilir. Mesela, yakın bir zamanda yaşanan 7 Haziran seçimlerini düşünelim. Dindar-muhafazakâr kesimin seçim sonrası yaşadığı hayal kırıklığını, moral bozukluğunu hatırlamamak mümkün mü? Yine mesela tam yetkili, tek yetkili konuma oturan kişinin Ahmet Necdet Sezer gibi bir isim olduğunu tahayyül edelim, ürpermemek elde mi?
Özetle gündemdeki anayasa değişikliği mevzusu hamasetle, hiçbir tahlil özelliği taşımayan abartılı savunu ya da karalamalarla geçiştirilmesi mümkün olmayan, ayrıntısıyla tartışılmayı hak eden bir konu. Üst akıl, bölüneceğiz vb. korku senaryolarının dışına çıkıp salim akılla ele alınmayı gerektiriyor. Herkes kendi inancı, ilkeleri ve önerdiği politikalar doğrultusunda, neyi niçin istediğini ya da neye neden karşı çıktığını soğukkanlı bir tarzda ortaya koymalı, açık yüreklilikle tartışmalı. İhanet, felaket, uçurum vb. kavramların sıkça telaffuz edilmesi suretiyle tartışmayı baştan anlamsız kılacak şekilde duvarlar örülmemeli!
On yıllardır tek adam, ulu önder, varlığımızı borçlu olduğumuz büyük kurtarıcı türünden dayatmalara, şartlandırmalara karşı çıkmış kesimler açısından ise konunun öncelikle ilkesel zeminde ele alınmasının hem ahlaki, hem kimliksel bir zorunluluk olduğu görülmeli.
YAZIYA YORUM KAT