Kolezyum
DEV BİR ARENA COLİSEUM (KOLEZYUM)
GLADYATÖRLERİN HAZİN VEDASI
Roma seyahatimiz ikinci gününde, sabah otelden taksiyle yine şehrin merkezine geliyoruz. Bugün şehre daha aşinayız. Roma’yı yürüyerek köşe bucak gezip dolaşmak istiyoruz. Bu da seyahatlerde en sevdiğim şeylerden biri. Uzun bulvarlarda uygun adım yürüyüş… Parklarda dinlenmek ve insanların hal ve tavırlarını seyretmek. Dikkatimi çeken şey, İtalyanlar konuşurken beden dillerini çok kullanıyorlar. El kol işaretleriyle anlaşmak da kolay oluyor o yüzden. Bir de bu şehirde ilgimi çeken ve beni mest eden bir başka ayrıntı da cadde, sokak hemen her yerde tıpkı bizde olduğu gibi suyu içilen çeşmelerin olması. İstediğiniz zaman soluklanıp bir su başında serinleyeceğiniz lüksünüzün olması haziran Roma’sında hiç de küçümsenmeyecek bir güzellik.
Coliseum (Kolezyum)
Cadde ve sokaklarda yapılan uzun bir yürüyüşten sonra akşamdan görmeyi planladığımız dev arana Kolezyum’un önüne geliyoruz. Seyahatlerde oldum olası ilgimi çeken, şehir merkezlerindeki devasa meydanlardan ziyade, tarihten bize ilginç anekdotlar taşıyan yapılar olmuştur. Tıpkı Pompei gibi Kolezyum da ürküten rengi ve sessizliğiyle bizi tesiri altına alıyor. İtalya denince hemen her tanıtım resminde yer alan dünyanın bu en büyük amfitiyatrosunu dışarıdan görmek bile tarihe yolculuğu hızlandırıyor bir anda. Kolezyum’un tarihçesi bir nevi Roma İmparatorluğu’na da ayna tutuyor aslında. Var olabilmek, güçlü kalabilmek ve eğlence adına hemen her çeşit vahşetin sergilendiği Eski Roma’da Kolezyum gibi yapılar tarihteki yaşanan vahşiliğin abideleri olmaları açısından manidar.
MS. 80 yılında tamamlanan ve daha yapımı aşamasında 8000 köle ve mahkûmun zor şartlarda çalıştırılmasıyla dramlara sahne olan, gladyatör dövüşleriyle filmlere, romanlara konu olmuş bu arena dili olsa bize neler anlatırdı kim bilir. Bir rivayete göre imar edenin kim olduğu tam olarak bilinmeyen Kolezyum’un mimarı, burayı yaptıran İmparatorun oğlu tarafından bir daha başka bir yere böyle güzel bir yapı yapmasın diye aslanlara yem edilmiş.
Bir amfi tiyatro olarak elips şeklinde inşa edilen ve o dönemde 50 bin insan kapasitesine sahip olan bu devasa yapı, her ne kadar çok amaçlı bir tiyatro olarak inşa edilmiş olsa da dönemin imparatorları tarafından hoyratça kullanılmış. Güçlünün güçsüzü ezdiği, insanların köleleştirildiği Eski Roma’da İmparatorlar sırf, güç gösterisi ve eğlenmek adına ölümüne dövüşlerin yapıldığı aralıksız festivaller düzenlemişler Kolezyum’da. Bu eğlencelerin talihsiz ve çaresiz kahramanları da Gladyatörler ve yırtıcı hayvanlar olmuş ne yazık ki.
2000’li yıllarda gişe rekorları kıran Ridley Scott’un filminden de aşina olduğumuz Gladyatör ismi, o bildiğimiz acımasız film sahneleriyle yeniden canlandırıyor havsalamda. O dönemin bu adsız kahramanlarını yakından tanıma isteği duyuyorum. Buranın inşasında çalışan kölelerle, Mısır’daki Piramitlerin inşasında çalışanlar arasında bir fark olmadığını düşünüyorum. Aciz ve tutsak insanların yaşamları üzerinden inşa edilen bu devasa yapıların kullanım amaçları farklı olmuş yalnızca.
Eski Roma'nın talihsiz ya da çaresiz dövüşçüleri de diyebileceğimiz Gladyatörleri: “Romalı insanları eğlendirmek, Roma halkını askerliğe, dövüşlere ve olası savaşlara hazırlamak amacı ile halkın seyirciliği refakatinde birbirleri veya vahşi hayvanlarla dövüşmek zorunda bırakılan insanlar” olarak tanımlıyor kaynaklar. Bu tarihi vesikalarda Kolezyum’la da ilgili çok çeşitli rivayetler yer almakta. Yaşananlarla ilgili bu dehşetli anekdotlar insanın kanını donduran cinsten. Bunlardan belki de en dehşetlisi, İmparator Trajan’ın düzenlediği kanlı festival olarak tarihe geçmiş. Eğlence adı altında bu festivalde 10 bin insan ve 11 bin hayvanın dövüştürülerek öldürüldüğü belirtiliyor.
Öyle ki insanların halk arasında aristokratik kanunlarla sınıflandırıldığı Roma’da köle hükmünde olanların hiçbir değeri yok. Hatta arenaya çıkan Gladyatörler öyle teslimiyetçi ve aciz bırakılmışlar ki dövüş öncesi, halkın da geldiği seyircilerin ortasında, dönemin İmparatorunu: "Ave Caesar! Morituri Salutamus" (Selam Ceasar! Ölmek üzere olanlar seni selamlarlar) diyerek kendilerini takdim ederlermiş. Böyle bir sahneyi tasavvur edince, o Kral koltuğunda oturan faninin, nasıl bir vicdana sahip olduğunu anlayabilmek kabil olmuyor. Kilitlenip kalıyor insan.
Kolezyum’un önceki zamanlarda 4 katlı kemerli dış yapısının tamamı mermerle kaplıymış. Ancak günümüzde hiçbiri kalmamış. Buradaki mermer süslemeler kilise ve sarayda kullanılmak üzere sökülmüş. Ayrıca yapı depremlerden de bir hayli etkilenmiş ve özellikle iç kısmı yıkık dökük bir vaziyette. Şu anki haliyle yalnızca demir ve taştan yapılmış gibi bir görünümü var. Fakat buradaki tarih boyunca yaşanan binlerce trajedinin ruha hitap etmesinden ve gizemiyle ayrı bir merak oluşturduğundan en az şaşaalı bir abide kadar ilgi topladığı da bir gerçek. Kolezyum 2007’de dünyanın yeni 7 harikasından biri olarak seçilmiş. Ve Unesko tarafından dünya tarih mirası olarak koruma altına alınmış.
Kolezyum’un çıkışında ise elinde kılıç, sizinle resim çektirmeye aday bir sürü gladyatör sizi bekliyor. Bu da işin şamata kısmı ola gerek.
Kolezyum'un hemen çıkışında karşımıza çıkan bir diğer eser ise Zafer Takı. Bir benzerini de Marsilya’da gördüğüm yapı İmparator Konstantin tarafından kazanılan bir zaferin anısına MS. 315'te dikilmiş.
Villa Borghese
Kolezyum ziyaretimizin ardından tekrar kendimizi caddelere vurduk. Dahası Kolezyum’un içimde biriktirdiği kasveti atabilmek için yeşil bir alanda dinlenme ihtiyacı hissediyorum. Bu arada meşhur köprü Ponte Sant' Angelo'dan geçerken Tiber Nehri’ni seyredip fotoğraf alıyoruz. Şehir merkezinden yukarılara doğru çıkıp, hem şehri tepeden görebileceğimiz hem de soluklanıp dinleneceğimiz Villa Borghese Parkı’na doğru yürüyoruz. Roma’da her yer birbirine yakın olduğundan bu yürümeler yorucu olsa da bıktırmıyor.
Uzun yürümelerin ardından nihayet Roma’nın meşhur parkı Villa Borghese’ e geliyoruz. Burası 1605 yılında Papa V. Paulus'un yeğeni Kardinal Scipione Borghese için tasarlanmış. Çok geniş bir alana kurulu park, koşu ve yürüyüş yolları, bisiklet parkurları, müze, kafe, amfitiyatro ve içinde bir de hayvanat bahçesinin olduğu kapsamlı bir alan. Tepelik bir yerde olduğu için Roma’yı kuşbakışı seyredebilme imkânı da mevcut.
Parkın kenarındaki bariyerlere yaklaşıp gözümüzün ününe serilen şehri seyrediyoruz bir müddet. Doğrusu Roma kuşbakışı haliyle de sanki açık hava müzesi olduğunu tesciller gibi. Binaların kubbeleri, uzaktan görünümleri, kâh bir şatoyu andıran kasvetleri, kâh beyaz bir saray gibi süzülüşleriyle insanı tesiri altına alıveriyor. Buradan hangi yapının şehrin neresinde olduğunu daha iyi anlıyoruz. Zaten hangi şehre giderseniz gidin, oraya tepeden bakmadan dönmek sanki seyahati yarım bırakan bir ayrıntı. Bu hemen her şehirde belki de yaptığımız en keyifli işlerden biri.
Biraz dolaştıktan sonra bir banka oturup dinleniyoruz. Yürüyüş yapan, bisiklet binen, paten kayan insanları seyrediyoruz. Az ileride elindeki gitara eşlik ederek şarkı söyleyen sokak satıcısının bizim yorgunluğumuzla hiç de örtüşmeyen capcanlı melodisini kulağımıza vuruyor sonra. Ayaklarımızdaki sızı da böylece gitarın nağmelerine karışıyor. Roma’yı gezmek için tam iki gün yeterli diyenler; bizim gibi aralıksız dolaşanları kastetmiş olmalı diyerek eşimle halimize gülüyoruz.
Bu parktan günbatımını seyretmek de önemli gelenekler arasındaymış ancak burada akşamı bekleyemeyiz. Çünkü henüz Roma’yı gezmekten pes etmedik.
Fontana di Trevi (Aşk Çeşmesi)
Hava kararmak üzere… Ve programımızda görmemiz gereken tek yer kaldı, Trevi Çeşmesi… Hani şu insanların Aşk Çeşmesi olarak adlandırdığı yer.
Daracık sokaklardan geçerek, levhaları takip ede ede Çeşmeyi buluyoruz. Çeşme daracık sokakların ortasında hayli geniş bir alana yayılmış konumuyla insanı şaşırtıyor. Bu arada hava da iyice kararıyor. Muazzam bir ışıklandırmayla aydınlatılmış çeşmenin başı ise hayli kalabalık ve ben artık çok yorulduğumu itiraf edebilirim. Yorgun gözlerle çeşmenin tam ortasında yer alan ve mizansenin ana figürü olan Yunan Mitolojisinde Deniz Tanrısı olarak nitelenen Neptün’ün heykeline bakıyorum. Neptün vakarlı duruşuyla ayakta ve Denizkabuğu şeklinde bir at arabasının içinde, arabayı denizden çıkan kanatlı atlar çekiyor. Gecenin sessizliğini duyabilsem, bu heykellerin mitolojisini elimdeki broşürden bile okuyabilirim. Çeşmeden gelen su şıkırtısı ve Neptün’ün beyaz mermere akseden gözleri eşliğinde gecenin nabzını tutulabilirim, hatta bir öykü kendini yazabilir bu ışıklandırmalarıyla ünlü romantik çeşmenin başında. Fakat sanki haziran ortasında bir festivale gelmiş gibiyiz. Müthiş kalabalık ve insanlar uluorta adaba mugayir tavırlar içindeler. Ayaklarım ise artık otele dönmem gerektiğinin sinyallerini veriyor.
Trevi Çeşmesi efsaneye göre 8. Yüzyıl öncesinde dönemin askerlerine su kaynağının yerini gösteren bir kızın tarifi üzerine yapılmış. Ve 8. Yüzyıldan sonra üç kez restorasyondan geçirilmiş. Fontana du Trevi adını evinin arka cephesine çeşmenin yapılmasına izin vere ailenin soyadından almış. Ama gençler ve aşıklar tarafından çokça ziyaret edildiğinden Aşk Çeşmesi olarak da anılmasıyla da meşhur. Trevi aynı zamanda deniz anlamına geliyormuş.
Buraya gelen ziyaretçilerin çeşmeye arkalarını dönüp sağ elleriyle sol omzunun üzerinden çeşmenin havuzuna para atarak dilek dilemeleri de adettenmiş. Böylece atılan dilek paraları sonucu çeşmeden her gün yaklaşık 3000 Euro para toplanıyormuş ve bu para yoksullara dağıtılıyormuş. İyi niyetli bir yaklaşım gibi görünse de bir hurafeden hayır çıktığına çok da inanmadım. Paranın yoksullara dağıtıldığından emin olamadım.
Otele dönerken takside yol boyunca düşünüyoruz. Geceyi ayrı gündüzü ayrı güzel denen Roma’dan yarın ayrılacağız. Vaktimizin sınırlı olmasına rağmen dolu dolu iki gün geçirdik. Anladığım ve hissedebildiğim kadarıyla Eski Roma ve Rönesans denince halen izlerini dört dörtlük görüp gezebileceğimiz bir tarih abidesi bu şehir… Elbette tarihten alınan mesajlar kişiye göre değişir, göreceli hal alabilir. İşte bu algıyla dışarıdan ışıklı gecesiyle bize veda eden şehre iç geçirerek bakıyorum…
Sanırım ben de tarihe karşı yoğun bir ilgi var. Seyahatlerimde günü yaşamaktan ziyade ziyaretimi tarihle bütünlemeyi seviyorum. Ve tarih en iyi öğretmenlerden biri demekten alıkoyamıyorum kendimi.
Roma’ya Veda
Gecenin geç saatinde otele döndüğümüzde hâlâ Kolezyum’un etkisindeyim. Zaten otel odaları yorgun seyahatlerin en sessiz şahitleridir. Siz ağrıyan ayağınızı, sızlayan kalbinizi avutmaya çalışırken o da sizi az ya da çok konforuyla rahat ettirmeye çalışır.
Dev arena Kolezyum’da yaşananları günümüz savaşlarında ölen insanlarla kıyaslıyorum. O dönemde insan insana ya da insan hayvana ölümüne dövüşler yaptırılırken günümüzde de insan bedenleri acımasız bombalara hedef oluyor. Nice anlamsız savaşta masum insanların, küçük çocukların bedenleri paramparça oluyor. İnsanoğlunun özünden uzaklaştıkça her çağda ve mekânda neler yapabileceği havsalamda yer bulmaya çalışırken, uykuya kaçar gibi sığınmak istiyorum.
Ve Ali Şeriati’nin ‘Medeniyet ve Modernizm’ kitabında Mısırda’ki Piramitleri gezerken bu Piramitlerin inşasında çalışan kölelerin dramına atfen yazdığı mektubunu hatırlıyorum.
Şöyle diyordu Üstad, kölelere hitaben “Ey Dostum!” diye başladığı satırlarında:
“Ne bizi bilen ne de bizim bildiğimiz insanlara karşı savaşlara sürüklediler bizi. Hiçbir zaman küçümsemediğimiz insanları öldürmeye zorlandık.(…) Bir düşünüre göre bir savaş, birbirlerini tanımayan fakat birbirlerini çok iyi tanıyan insanlar adına iki gurubun yaptığı harplerdir. Bizi savaşa zorlayanlar öldürmeye ve öldürülmeye zorladılar. Eğer zafer kazanılırsa başkalarıydı ganimete konan biz değil.”
Kaynak: Kültür Ajanda'nın Kasım sayısında yayımlanmıştır
YAZIYA YORUM KAT