‘’Kitlesel Davet; Toplumsal Şahitliği Siyerle Okumak’’
Bartın Özgür-Der’de bu hafta ‘’Kitlesel Davet; Toplumsal Şahitliği Siyerle Okumak’’ konusu işlendi.
Aydın Kuloğlu’nun sunumunu yaptığı seminerde kısaca şunlar ifade edildi;
Hayatın Kur’an’la inşası için Hz. Peygamber’in hayatını öğrenmek ve bilmek, her Müslüman için vazgeçilmez bir ihtiyaç ve zorunluluktur. Allah’ın Rasülü Muhammed (a.s.)’in içinde doğduğu cahili toplumla ilişkileri, Kur’an’ın iniş sürecinde ilk muhatapları, nüzul ortamının toplumsal şartları ve bu ortam içinde Rasul’ün ilk Kur’an neslini eğitim metodu, hiç şüphesiz Müslümanlar için önemli bir hayat ve mücadele örnekliğini ifade eder. Özellikle Hz. Peygamber’e atfedilen mucizevi vasıfların, yer aldığı anlatımlara ve rivayetlere, mevcut siyerlerde çok büyük bir yer verilmesi, siret rivayetlerinin Kur’an’ın nüzul süreci ile karşılaştırılmadan ve eleştiriye tabi tutulmadan zikredilmesi, geleneksel siret kitaplarının Kur’an ile çelişkili bilgiler içermesine ve Peygamber’in örnekliğinin, anlaşılmasının imkansızlaşmasına neden olmaktadır. Klasik anlayışta; davetin ilk üç yılının gizli yapıldığı, daha sonra açık davetin başladığı yönünde, Kuran’la çelişen bir yaklaşım sözkonusudur. Oysa bu konunun, gizli davet- açık davet terimleri yerine, bireysel davet- kitlesel davet terimleriyle ele alınması isabetli olacaktır. Halbuki Rasul’ün davetinde, gizlilik yerine, tedbirlilikten söz edilebilir. Bu anlamda ilk inananların, kimliklerini gizlemek ya da saklanmak biçiminde, takiyyeci bir tavrı benimsemediklerini, fakat gerek davetin yeniliği, gerekse inananların sayısının az olmasının verdiği bir ayrışma ve hazırlık sürecinin söz konusu olduğunu, idrakimize sağlam bir şekilde yerleştirmeliyiz. Ki bu tespitleri, ilk inen sureler (Alak, Müzemmil, Müddessir sureleri) ortaya koymaktadır. Mekke dönemine ait isabetli ve günümüze ışık tutabilecek tespitlerden bir diğeri, Mekke döneminde Kur’an ayetlerinin temel mesele olarak, iman ve itikad konularını ele alan, felsefi bir üsluptan ziyade, eylemselliği ve yaşam tarzındaki yanlışlıkları mesele edinen bir anlatıma sahip olduğu yönündeki değerlendirmedir. Yani Kur’an, dikkatleri ameli yanlışlara çekerek işe başlamıştır. Daha sonra bu toplumsal yanlışlara ve ifsada kaynaklık eden düşünce tarzını konu edinmiştir. Fatiha, Asr ve Kalem surelerinde bu hususta ayetler mevcuttur.
‘Ey Muhammedi), yakın akrabalarım uyar.’ (26-214) ‘Sen emrolunduğun gibi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma.’ (15-94) İslâm davetinin ilk üç yılını oluşturan dönem kendi içerisinde nevî şahsına münhasır özelliklere sahiptir. Bu dönem Hicr suresinin 15. ayetinin veya Şuara suresinin 214-216. ayetlerinin vahyedilmesine kadar devam etmiştir. Bu dönemde davete olumlu karşılık vererek İslâm'a girenlerin sayısı, çoğu zaman zannedilenlerin aksine, bir kitle oluşturacak kadar çoktu. Kaynaklar, söz konusu dönemde İslâm'a girenlerin listesini ayrıntılı şekilde nakletmektedirler. Gerçi listeler arasında bazı ufak sayı ve isim farklılıkları vardır; ancak yine de risâletin bu ilk yıllarında Müslüman olanların listesini kesin değilse dahi, kesine yakın bir doğrulukta tespit etmek mümkün olabilmektedir. Risâletin ilk döneminde İslâm davetini kabul edenler: 1- Hz. Hatice, 2-Ali b. Ebû Talib (Resülüllah'ın yeğeni, 10 veya 12 yaşında bir çocuk), 3- Zeyd b. Haris (Önceleri köle sonra Resulüllah’ın evlatlığı), 4- Ebû Bekir b. Kuhâfe (Dâru'n Nedve'nin üyelerinden ancak cahüiye döneminde de şirk pisliğine bulaşmaktan uzak durmaya çalış¬mış birisi), 5- Esma bint-i Ebû Bekr (Hz. Ebû Bekir'in kızı), 6- Cafer b. Ebû Taüb (Resu¬lüliah'm yeğeni), 7- Esma bint-i Umeys Has'amiyye (Hz. Cafer'in eşi), 8- Safiyye bint-i Ab-dülmuttalib (Hz. Peygamber'in halası ve Hz. Zübeyr'in annesi), 9- Ervâ bint-i Abdülmut-talib (Hz. Peygamber'in halası), 10- Ubeyde b. el-Hâris b. Muttalib, ve daha başka isimlerle beraber 140 sahabe ismi sayılmaktadır. Mûddessir sûresinin ilk ayetlerinin vahyolunup, Hz. Peygamberin İslâm davetine başlamasının üzerinden üç yıl geçmişti. Bu süre içerisinde, risâletin takip eden yıllarında eğitimi tamamlanacak ve tüm zamanlar için model olacak Örnek Kur'an neslinin çekirdek kadrosu inşa olunmuştu. Mekke'de, risâletin ilk üç yılı boyunca, iki farklı topluluk oluştu. Topluluklardan birini müminler, diğerini ise şirke dayanan inançlarıyla ve hayat tarzlarıyla müşrikler oluşturuyordu. Namaz, müminlerle müşrikler arasındaki ayrılığın görünen en önemli boyutunu teşkil ediyordu. Müminlerin, tüm engellemelere rağmen, namazlarına devam etmeleri ve şehir dışındaki tenha yerlerde gizlice buluşup namazlarını kılmaları müşriklerle bazı ufak çatışmalara yol açmıştı. Sâ'd b. Ebî Vakkas’ ın bir müşriki yaralaması, söz konusu çatışmaların en sert gerçekleşenlerinden birisiydi. Yine bu zaman zarfında, müminlerin sayısı arttığı ve İslâm davetinin ayrıntıları daha da belirginleştiği için, İslâm daveti müşrik eşrafın gündeminde hemen her zaman yer alan önemli bir konu haline gelmişti. Müşrik liderler İslâm daveti nedeniyle öfkeliydiler. Zaman içerisinde, İslâm davetini kabul eden ve önemli bir kısmını kadınların, kölelerin ve yoksulların oluşturduğu müminlerle daha çok alay etmişler; onları pek ciddiye almamışlardı. İslâm, her ne kadar Mekke ileri gelenlerinin çok farklı gerekçelerle kabul edemeyecekleri özelliklere sahip olsa bile, müminlerin Mekke toplumsal yapısına yönelik açıkça bir eylemlerinin gerçekleşmemiş olması, müşrik eşrafın tepkilerini dizginleyen önemli bir nedendi. ‘’Sen emrolunduğun gibi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma.’’ [15-94] Resulüllah'ın Dâru'l Erkam merkezli yürüttüğü davet faaliyetinin yüzü aşan mensubu vardı. Ancak davetin hedefi sadece Mekke halkına ulaşmak değildi. Daha ilk vahyolunan ayetlerle, İslâm'ın bütün insanlara hitap eden bir kapsayıcılığa sahip olduğu, Resulüllah ve müminler tarafından açıkça anlaşılmıştı. Bu nedenle, daveti canları pahasına devam ettirmeye ve birbirlerine destek olmaya kararlı bu küçük kitle, asıl hedefleri tüm insanlık olmakla birlikte, öncelikle Mekke'deki herkese ulaşmaya çalışıyor, birebir görüşme ve sohbetlerinde Mekkelileri İslâm'a davet ediyorlardı. "Yakın akrabalarını uyar [26-214] 'Sen emrolunduğun gibi açıkça söyle ve ortak koşanlara aldırma.[15-94]
Yakın akrabalarını uyar' ayeti vahyolunduğu zaman, bu talimatın gereğini yerine getirmek Allah’ın elçisine ağır geldi. Bir süre ilâhî talimatın gereğini yapamadı. Emrolunduğu görevi layıkıyla yapamama düşüncesi tedirginliğini ve korkusunu büyüttü. Çoğunluğu müşriklerden hatta müşriklerin ileri gelenlerinden oluşan akrabalarını, İslâm'a davet etmekte zorlandı. Resulüllah (s) İslâm'ı tebliğ etmek için akrabalarını evine davet etti. Resulüllah(s) fırsatını bulup da İslâm davetini gerçekleştireceği bir an kollayıp durdu. Resulüllah davetini gerçekleştiremedi. Kendisine vahyolunan mutlak hakikatleri açıklayamadı. Sonra onları bir daha davet etti artık kararlıydı ve davetine başladı. Misafirlerine Allah'ın sıfatlarından bahsetti. Allah'ın yegâne Rabb ve ilâh olduğunu söyledi. Kendisinin Allah'ın elçisi olduğunu bildirdi. Söyledikleri, toplantıda bulunanları vahyin muhtevası hakkında bir şeyler sordular. Resulüllah (s) akrabalarının meraklarını gideren gerekli açıklamaları yaptı ve iman edip, şirkten ayrılmalarını istedi. Davet edilmemiş olmasına rağmen, yüzsüzlük yaparak toplantıya katılan Ebû Leheb, yeğeni ile akrabaları arasındaki konuşmaları dinleyince, küstahça bir tavır takındı. Kendisini Abdülmuttalib oğullarının sözcüsü gören bir tavırla Resulüllah'a çıkıştı. Yaptığı iş nedeniyle yeğenini suçlayıp, aşağıladı. Öfke içerisinde 'Bunlar senin amcaların ve amca çocukların. Yaptıklarınla onlara zarar veriyorsun. Yanlış yapıyorsun. Bir an önce atalarının dininden sapmış kimseleri yanından uzaklaştırıp, bu yanlış işini terk et.’dedi. Amcasının bu tepkisi karşısında Resulüllah'ın tavrı görevinin gereğini yerine getirmekten başka bir şey olmadı ve şunları söyledi: 'Hamd Allah'a mahsustur. Ben sadece O'na hamdeder, O'ndan yardım ister, O'na iman eder ve yalnız O'na tevekkül ederim. Şahitlik ederim ki Allah'tan başka herhangi bir ilâh yoktur. O, birdir ve hiçbir ortağa sahip değildir. Kesinlikle bilin ki ileriye gönderilen bir gözcü, kendisini görevlendirmiş kimselere karşı asla yalan söylemez. Hepiniz hesaba çekileceksiniz. Daha sonra da ebedî olarak Cennete ya da Cehenneme konacaksınız.’ dedi.
‘Ey Peygamber; Rabb'ından sana indirileni tebliğ et. Eğer (böyle) yapmazsan,O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni, insanlardan (gelecek her türlü tehlikelere karşı) korur.’ [maide 5-67]
Kitlesel davetin ilk adımı için Allah Rasulü (s) Hicr suresinin 94. ayeti gereği en uygun yer olarak Safa tepesini seçti. O zamanın Mekke’sinde herkesin bildiği bir uygulamayı daveti için araç olarak kullanmaya karar verdi. Bir gün sabahın erken bir vaktinde Safa tepesine çıktı. Davetini güven temelinde gerçekleştirmek için, öncelikle bu insanların yanındaki durumunu açığa çıkarmak ve kendisine yönelik güvenlerini hatırlatmak istedi: 'Benimle, sizin durumunuz düşmanı görünce ailesini haberdar etmek üzere koşarak düşmandan önce ailesinin yanına gelmeye çalışan ve bu arada 'Ey sabâhah' diye bağıran adamın durumu gibidir. Şimdi söyleyin, ben size 'Şu dağın arkasındaki vadiden size zarar vermek, mallarınızı yağmalamak üzere gelen bir takım düşman atlıların bulunduğunu söylesem, bana inanır mısınız?' Kalabalıktan birçok kişi 'İnanırız, sen yalan söylemezsin. Sen her zaman en güvenilenimiz oldun' dediler. Resulüllah sözlerine devam etti: O halde beni iyi dinleyin! Sizi şiddetli bir azapla uyarıyorum. Sizleri Allah'tan başka ilâh olmadığını söylemeye ve buna göre inanıp, yaşamaya davet ediyorum. Eğer bu davetimi kabul ederseniz gideceğiniz yer cennettir. Eğer Allah'tan başka ilâh olmadığını kabul etmezseniz, uğrayacağınız azaptan sizleri kurtaramam. Ey Kureyş halkı! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarın. Ey Kâ'b b. Lüeys oğulları! Kendinizi cehennem ateşinden kurtarın. Ey Abdülmuttalib oğulları! Ey Muhammed'in kızı Fâtıma! Ey Resulüllah'ın halası Safiyye! Kendinizi Allah'tan satın alın. Eğer durumunuzu düzeltmezseniz sizleri Allah'ın azabından kurtaramam. Malımdan isteyin, istediğinizi vereyim. Fakat kıyamet gününde akraba oluşumuza güvenirseniz yanılırsınız. Akrabalık bir tarafta, ben bir taraftayım. O gün insanlar amelleriyle gelecekler. Bütün yaptıklarınızı boyunlarınızda taşıyarak getireceksiniz. İşte o zaman ben sizden yüzümü çeviririm. Yardım etmem için bana seslenir 'Ey Muhammed' dersiniz; fakat ben çağrınıza cevap vermem; şöyle yaparım (Bu sırada başını yana çevirdi). Yine 'Ey Muhammed' dersiniz; ben yine böyle yaparım (Ve başını diğer tarafa çevirdi). [Buharı, Menâkıb 13; Müslim, İman 89; Tirmizî, Tefsir 27; Razî, Tefsîr-i Kebîr, XVII/385]
Mekkeliler duydukları şeyler karşısında şaşkına döndüler, adeta donup kaldılar. Şaşkınlığı en şiddetli yaşayanlar aile temsilcileriydi, yani Mekke ileri gelenleri. Onlar yıllardır haberdar oldukları ve çoğu zaman önemsemedikleri veya alay etmekle yetindikleri şeyle karşı karşıya gelmişlerdi. Yakından tanıdıkları ve olumlu özellikleri nedeniyle sevip, güvendikleri; her türlü takdirin üstünde gördükleri Muhammed b. Abdullah'ın artık sadece küçük bir grupla muhatap olmayıp, bizzat kendileriyle de muhatap olduğuna çarpıcı şekilde şahit olmuşlardı. Hiç kimse ne diyeceğini bilemedi. Kalabalık arasından sadece bir kişinin sesi işitildi; konuşan Ebû Leheb'di. Çevresindeki akrabalarına ve hemşehrilerine “Endişelenmeyin!” diyordu; “Eğer yeğenimin söyledikleri doğru ise, ben ahiret günü mallarımı ve çocuklarımı sizin için feda ederim. Sizi O ‘nun bahsettiği azaptan kurtarırırm. Herkes bir Rasulullah’a bir de O’nunla açıkça alay eden amcasına baktı, Bazıları Ebû Leheb'i desteklediğini belli eder tavırlarla çevresindekilere bir şeyler söylerken, diğer bazıları ise gerçekleşenlerden memnun kalmadığını gösterir bir ifade ile geri dönüp evlerine doğru yürümeye başladılar. Kalabalık dağılmak üzereydi. Son birkaç yıldır, meraklı bir şekilde kendisinden yeğenini soranlara ‘O’nu ciddiye almayın. O delidir, ne yaptığını bilmiyor diyen Ebü Leheb eline bir taş alarak öne çıktı. ‘’Muhammed! Yazıklar olsun sana! Bizi bunun için mi topladın?’’ diyerek bağırmaya ve hakaret etmeye başladı. Elindeki taşı yeğenine fırlattı. Hiç kimse bir aile problemine karışmak istemiyordu. Amca ile yeğen arasındaki bu kavga üzerine geri kalanlar da dağıldılar.
Allah sözün en güzelini, birbiriyle uyumlu ve bıkılmadan tekrar tekrar okunan bir kitap olarak indirdi. Rablerinden korkanların, bu Kitab'ın etkisinden tüyleri ürperir, derken hem bedenleri ve hem de gönülleri Allah'ın zikrine ısınıp yumuşar, işte bu Kitap, Allah'ın, dilediğini kendisiyle doğru yola ilettiği hidayet rehberidir. Allah kimi saptırırsa artık ona yol gösteren olmaz. [zümer 39-23] İşte bu Kur'an bir hidayettir. Rablerinin âyetlerini inkâr edenlere gelince, onlara en kötüsünden, elem verici bir azap vardır. [casiye 45-11] Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola İletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.[isra 17-9]
Mekke ileri gelenleri öfkelenseler ve her geçen gün kinle biraz daha dolsalar bile, risâletin ilk yıllarında Resulüllah'a (s) karşı sert tutum ve tavra veya davetini engelleyici fiilî tepkiye sahip olmadılar. Çünkü, Resulüllah'ın saygıyla andıkları Abdül-muttalib'in torunu olduğunu bir an için unutsalar dahi, Haşim oğullarını dikkate almazlık edemediler. Her ne kadar Ebû Leheb kendi saflarında yer alıyorsa da, Resulüllah'a karşı girişecekleri olumsuz bir tavır veya hareketin Mekke'nin en güçlü soylarından Haşim oğullarının tepkisini çekeceğini biliyor ve öfkelerini, kinlerini bastırmaya çalışıyorlardı. Haşim oğullarının o zamanki en yaşlı ferdi ve dolayısıyla lideri olan Ebû Talib'le görüşmeye karar verdiler. Dâru'n Nedve'de bir toplantı tertip ederek, durumu aralarında görüştüler. Ebû Talib'e gidecek heyeti belirlediler. Ebû Talib'e görüşmeye gidecek heyetin Ebû Cehil, Velid b. Muğire, Âs b. Vâil, Münebbih b. Haccac, Nu beyh b. Haccac, Şeybe b. Rabia, Ebû Süfyan b. Harb, Utbe b. Rabia, Âs b. Hişam Esved b. Muttalib'den oluşmasını kararlaştırdılar. Heyetin bu kadar kalabalık ve Mekke'nin en önemli şahsiyetlerinden oluşması, müşrik sistemin, Resulüllah'ın gerçekleştirdiği İslâm davetinden ne kadar rahatsız olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Kafir olanlar dediler ki: "Biz hiçbir zaman bu Kur'an'a ve bundan önce gelen kitaplara İnanmayacağız” Sen o zalimleri Rabb'lerinin huzurunda tutuklanmış bir halde birbirlerine söz atarlarken bir görsen! Zayıf sayılanlar (Müs-tez'aflar), büyüklük taslayanlara (müstekbirlere) derler ki: 'Siz olmasaydınız, biz inanan insanlar olurduk'. Büyüklük taslayanlar zayıf sayılanlara derler ki: 'Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik. Bilakis siz suç işliyordunuz'. Zayıf sayılanlar da büyüklük taslayanlara derler ki: 'Hayır.' Gece-gündüz (işiniz-gücünüz) tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize emrederdiniz'. (Onlar) artık azabı gördüklerinde, için için yanarlar; biz de o inkâr edenlerin boyunlarına demir halkaları takarız. Onlar ancak yapmakta oldukları günahları yüzünden cezalandırılırlar. [sebe 34-31,33]
Kur'an açıkladı ki, yaratılıştaki farklılığından dolayı, kendisinden aşağı gördüğü Adem'e yönelik 'secde et ilâhî emrine itiraz eden iblis'in bu itirazcı tavrı, insanlardan olan dostlarında da aynı şekilde açığa çıkar. İnsanlardan bazıları, bir kul olduklarını, her halleriyle ve durumlarıyla, tamamıyla Allah'ın iradesine bağlı olduklarını dikkate almayarak veya unutarak, sahip oldukları bazı imkânlar ve farklılıklar nedeniyle kendilerini tüm insanlar üzerinde, onlardan daha büyük ve yetkili görürler. Allah'ın mülkünde ve Allah'ın bir mülkü olan kendilerini Allah'tan müstağni görme cüretkârlığını gösterirler. Allah'ın, insanın bireysel ve toplumsal hayatında geçerli olması gereken otoritesini reddetmede bir sakınca görmezler. Böylelikle Firavun, Nemrut ve Dâru'n Nedve üyeleri örneklerinde olduğu gibi, sahip oldukları siyasî, ekonomik, askerî güç ve imkânlara dayanarak, insanların inanç ve yaşantılarına müdahale etme hakkına sahip olduklarına inanır ve iddia ederler. Üstelik bu müdahalelerinin en doğal hakları olduğunu, kendilerince ilâhî bir gerekçeye de dayandırırlar. Zanlarınca ve bu zanlarına dayanan iddialarınca, eğer kendileri kötü, yanlış yolda bulunan kişiler olsalar, böylesi bol ve büyük imkânlara sahip olamayacaklarını; sahip oldukları mevcut imkânların kendilerinin doğru, iyi yolda olduklarını gösterdiğini ifade ederler. Yine yaygın iddialarına göre, mevcut durumları, kendilerinin ilâhî katta onaylandığını, beğenildiğini göstermektedir. Üstelik bu kimselerin suçları bununla da kalmamakta, insanların hayat tarzlarına müdahale ederken, onların iyiliğini en ufacık şekilde bile olsa düşünmezler. Çoğu zaman gizlemeye çalışsalar da, bütün gayretleri ve gayeleri sadece kendi çıkarlarıdır. Gerçi bazen, çevrelerindeki insanların iyiliğini düşündüklerini dile getirdikleri olabilmektedir,[araf 7-21] fakat esasında sadece ve sadece kendilerini düşünürler. Gizlice veya açıkça, insanları aşağılayıp sömürmekten bir an olsun geri durmazlar. Azgınlıkları da sahip oldukları güç ve imkânlarla bağlantılı olarak arttıkça artar.
İslami kimlik ve ilkeler, dosdoğru bir içerikle, onurlu, ilkeli bir temsille topluma ulaştırıldığında, eğer toplum da davete icabet ederek tevhidi istikamet doğrultusunda kendini değiştirirse, işte o zaman da Allah vaadini yerine getirecek, tevhid ve adalet sistemine layık olan toplumun durumunu değiştirerek, tevhid ve adalet sistemini Müslümanlar için takdir edecektir. Ondan önce, sahici bir adalet sistemi asla gelmeyecektir. Çünkü Allah’ın yasası bu değişimi şart koşmaktadır. Nasıl ki, belli şartlarda yağmur yağarsa, nasıl ki belli şartlarda kar yağarsa, toplumsal belli şartlar oluştuğu zaman da Allah toplumun durumunu değiştirecektir. O halde, biz, Kur’an’ın belirleyiciliğinde, vahyin ışığında Rasulullah (s)’in ve bir avuç arkadaşının Mekke’de oluşturdukları o ilk Kuran neslinin örnekliğinde, Allah için dosdoğru bir istikamette yürümeye çalışalım. Ölüm bize gelene kadar asla taviz vermeyen, asla geri dönmeyen, asla sinmeyen, yorulmayan ve yılmayan, haklı olmanın ve hakkı temsil etmenin getirdiği büyük güçle hakkı haykırmaya ısrarla devam edelim. Biz köklü siyasal sistem değişimlerinin ancak uzun ve yorucu bir mücadeleyle gerçekleşebilecek sosyal bir dönüşümün sonucu olarak Allah tarafından takdir edileceğini öngören ilahi yasaya inanmaktayız. O halde bu yasa gereğince, bu sonuca vesile olmak üzere bizim sorumluluğumuz olan, toplumsal dönüşüm üzerinde, yani Rabbimizin takdir alanındaki siyasal değişimin ön şartı kılınan sosyal değişim üzerinde yoğunlaşmalıyız. Bu sebeple, merhamet ve adaletle, kulluk görevimiz gereğince üzerimize düşen tebliğ, davet, eğitim, şahitlik ve özgürlük mücadelesi sorumluluğumuzu ciddi ve yaygın projeler haline getirip, uzun soluklu bir çabayla uygulamaya koymalıyız. Böylece, toplumun özündeki cahili değerleri tevhidi olanlarla değiştirmesine vesile olmalıyız.
HABERE YORUM KAT