Kissinger'in kehanetleri
Soğuk savaş döneminin ünlü Dışişleri Bakanlarından Henry Kissinger 1994 yılında yayınlanan Diplomacy isimli kitabında gelecek dönemi hem dünyadaki güç dengeleri hem Amerikan gücünün sınırları bakımından ele alıyordu. Akademiden gelen bir siyasetçi olarak Kissinger sıradan bir Dışişleri Bakanı değildi. Sadece bu kitabı bile Amerikan dış politikasının hangi parametrelere yaslandığını; Amerikan bakışını, dünya algısını yansıtan metin olarak hala önemli bir kitap.
Kissinger kitabında önümüzdeki on beş yıl içinde öngördüğü dünya güç dağılımı ve Amerika'nın konumu açısından şu öngörülerde bulunuyordu. Amerika tek başına süper güç olma ayrıcalığını kaybedecek, geleneksel olarak kendi kıtasına çekilecek ve Avrupa, Rusya, Çin, Hindistan ve Pasifik merkezli yeni bölgesel güçler ortaya çıkacak. Çok kutuplu bir dünya sistemi kurulacak.
Avrupa'nın Amerika'ya soğuk savaş dönemindeki bağımlılığı kalmamakla beraber NATO çerçevesinde özel ilişkilerini sürdürmeye devam edecek. Bu öngörülerin bir kısmının bugün gerçekleşmek üzere olduğunu kestirebiliyoruz.
Son olarak Washington Post'ta yazdığı makalede dünyada üç farklı devrim gerçekleştiğini belirterek 1994'teki öngörülerini yenilemiş oldu: (a) Avrupa'nın geleneksel devlet sisteminin dönüşümü; (b) egemenliğin tarihi algılarına yönelik radikal İslamcı meydan okuma; (c) uluslar arası ilişkilerin ağırlık merkezinin Atlantik'ten Pasifik ve Hint okyanuslarına kayması.
Avrupalı devletlerin bir birleriyle giriştikleri iki dünya savaşı sonucunda kendilerini tükettikleri ve egemenliklerinin önemli yönlerini Avrupa Birliği'ne devretme konusunda anlaştıkları tespitini yaban Kissinger, bunun ulus-devlet sisteminin çöküşü anlamına geldiğini ima ediyor.
Bu anlamda ABD-Avrupa arasındaki bağların eski bağımlılık ilişkisinden çıktığını ve buradan hareketle NATO'nun yeni bir yapılanmaya gitmesi gerektiğini belirterek 1994'teki öngörüsünü teyit etmiş oluyor.
Daha önce söylediklerinin tekrarı olarak güç dengesinin Atlantik'ten Pasifik ve Hint okyanuslarına kaymasına vurgu yapması Amerikanın muhtemel rakipleri ya da gücünün sınırları hakkında uyarı niteliğinde.
Bu arada ulusdevlet yapılanmalarını tehdit eden, Müslüman ülkelerin dini motivasyonlu devrimlerle karşı karşıya olduğu yönündeki tezini de yaşanmakta olan üçüncü devrim, daha doğrusu tehdit unsuru olarak gösteriyor.
Oysa aynı Kissinger 11 Eylül sonrası yaşananlar ve Afganistan'ın işgali sürecinde bu savaşın İslam'la Batı'nın savaşı olmadığını bundan sonraki aşamada İslam'ın İslam'la savaşı olarak ortaya çıkacağı kehanetinde bulunmuştu. Bunun provası olarak ortaya atılan Şii hilaline karşı Sünni blok çıkarma çabaları, Irak'ta provoke edilen Sünni-Şii çatışması bu teorinin pratik yansımaları olarak okunabilir.
Burada, Kissinger'in öngörülerinde dikkat edilmesi gereken iki husus var. İlki, yeni dönemde Amerika'nın geleneksel izolasyonist politikalara geri dönüp kendi kıtasına çekileceği iddiası şu ana kadar tutmamış görünüyor. Bilakis, daha saldırgan bir strateji izleyerek askeri işgal ve müdahaleyi esas alan bir yayılma stratejisi izliyor.
Burada kilit soru, 11 Eylül'den sonra farklı şekillerde de olsa İslam tehlikesine sürekli vurgu yaparak asimetrik güç dengeleri içinde, bir yanda Çin, Rusya, Hindistan gibi devler güç dengesinin aktörleri olarak gösterilirken neden radikal İslamcı akımları bu dengeye karşı olarak konumlamaya çalıştığıdır.
Bu sorunun cevabı aslında Kissinger'in son yazısında da saklı. “Geçmişte güç yapısındaki böylesi değişimler 19. yy.'ın sonlarında Almanya'nın ortaya çıkışında olduğu gibi genelde savaşla sonuçlanırdı. Bu gün Çin'in yükselişi, çok alarmcı yorumlarda böylesi bir rolü icra ediyor. Doğru Çin-Amerika ilişkisi kaçınılmaz bir şekilde klasik jeopolitik ve yarışçı unsurlar içerecektir.” Küreselleşmenin bu çatışma riskini uzlaşmacı rekabete indirgediğini, aksi takdirde Avrupa ülkelerini bitiren savaşın kaçınılmaz olarak bu iki rakip gücü de bitireceği uyarısını da eklemeyi unutmuyor.
Başta Çin olmak üzere Amerika'nın potansiyel rakibi durumundaki ülkelerin ve bölgesel güç olduklarını şimdiden teyit eden ülkelerin jeostratejik konumları ile İslamcı terörle mücadele adına Amerika'nın fiilen el koyduğu bölgeler arasındaki ilişkiye iyi bakmalı. Amerika kendi kıtasına çekilmek yerine muhtemel rakipleriyle yapmak zorunda kalacağı pazarlıkta elini güçlendirmek için stratejik hedeflere askeri olarak yerleşiyor. Çin, Rusya, Hindistan ve Orta Asya'nın merkezi olarak Afganistan bu durumun bir örneği. Bu, klasik güç mücadelesinin (19 yüzyılda İngiliz -Rus rekabetinin gerçekleştiği büyük oyun”un da sahnelendiği bölge) tekrarı anlamına geliyor. Kosova'da, Avrupa'nın kalbinde dünyanın en büyük askeri üssü inşa ediliyor. Bu anlamda bağımsızlığını kazanan Kosova anayasasındaki Amerikan müdahalesine imkan veren maddelere bakmak bile yeterli. Irak sadece petrolün vanası değil tüm Ortadaoğu'nun kalbidir ve Amerika'nın buradan çıkmaya niyetinin olmadığı daha aşikar hale gelmiştir.
İslamcı terörün bu yeni güç mücadelesinde Amerikan yayılmasına meşrulaştırıcı bir gerekçe vermekten başka bir karşılığı yoktur.
Yeni Şafak gazetesi
YAZIYA YORUM KAT