’Kişi noksanın bilmek gibi irfan olmaz..’ -1
Önceki yazımın sonunda, isimsiz bir okuyucu, yazdığı yorumda, ’Benim en çok üzüldüğüm nokta, bunca sene İİC’de kalmanıza rağmen‚ ’Velayet-i Fakih’ anlayışına bakış tarzınızın olumsuz olması ve bu çizgiden ayrılmanızdır. Temennim (…) sizin (…) tekrardan bunu sorgulamasıdır..
Allah hepimize basiret ve feraset versin.’ diyordu.
Bu arkadaşın ve benzerlerinin basîret ve feraset temennisine cân’u gönülden ’Âmin!’ diyorum.. Bu konunun kenarından o kadar kolayca teğet geçilemiyecek kadar derin olduğunu da hemen belirterek..
*
Bilmiyorum, bu okuyucu ve benzerleri ’Velâyet-i Faqih’ anlayışınden ne anlıyorlar?
İran’da, özellikle son 500 yıldır, İran’ın geçmiş yüzyıllarındakinden ve müslüman coğrafyasının genelinden farklı bir mezhebî eksen etrafında gelişen bir anlayış ve kültür atmosferi oluştu(ruldu)ğundan, bir çok konuda, hattâ kelimeler aynı olsa bile, kelimelere yüklenen farklı mânâlar dolayısiyle, diğer müslüman toplumlardan çok daha farklı şeyler anlaşılmaktadır..
Düşünelim ki, hattâ ilâhiyât tahsili yapmış, El’Ezher gibi nice ünlü eğitim merkezlerinde öğretim görmüş bazıları bile, ’âyetullah’ kelimesinin mânâsını, genelde bugünkü İran kültürü çerçevesinde oluşan ıstılahî mânâlar dışında anlamakta ve yanlışlara düşmekteler. Halbuki, micro-cosmos’daki zerrelerden, macro-cosmos’daki yıldızlara kadar mükevvenatta, var olan her şey, Kur’an’ın beyanıyla Allah’ın âyetleri, işaretleri (Âyât-i ilahî) idi, âyetullah idi.. Bu açıdan bakıldığında, elbette ki, yaratıkların en üstünü, eşref-i mahluqât olarak nitelenen insanların da liyâkat göstermeleri halinde aynı şekilde isimlendirilmeleri mümkündü.
Ama, şia kültüründe, Âyetullah lafzının sadece Hz. Ali için kullanıldığı biliniyordu..
Ancak, -Osmanlı’da ve İran’da aynı dönemi içine alan ve her iki diyarda da, Meşrutiyet / Meşrute.. diye isimlendirilen ve miladî-1900-1910 arası zaman diliminde-, kendilerini münevver- rûşenfikr- aydın olarak niteleyen ve beyinlerini emperyalizmin emel ve hedeflerine uyarlamış kesimler İslam Ulemâsı aleyhinde ağır ve yıpratıcı psikolojik savaşlar vermeye, onları mürteci, gerici diye nitelemeye başlayınca; müslümanlar, bu saldırılara karşı bir savunma mekanizması olarak, âyetullah lafzını o dönemdeki ulemâ için de kullanmaya başlamıştı.. Yani, âyetullah teriminin bugün kullanıldığı şekliyle İran’daki geçmişi, yaklaşık bir asırlıktır ve konjonktüreldir..
*Ortak terimlerle düşünemeyince, farklı yerlere düşmek kaçınılmazdır!.
Daha başka bir çok terimler de de, başka müslüman toplumlarda yer etmeyince, problemler oluşmakta.. Meselâ, nicelerimiz, ’İmâm’ kelimesini İslamî ıstılahattaki, terminolojideki aslî mânâsıyla, İslam toplumunun lideri, önderi mânâsında anlamaktan uzak, çok dar mânâda, sadece ’namaz kıldıran, hoca’ olarak anlamakta.. Bu da, bu konularda söylenenlerin/ yazılanların.yanlış anlaşılmasına vesile olmakta..
Ya da, bir başkaları da, İslam ümmetinin cihanşumûl lideri mânâsında bu terimi kullanmaya kalkıştığında, ortaya tartışmalar çıkmakta.. ’O sıfatı, kim belirledi, o sıfatı ona hangi yöntemle kim verdi?’ gibi.. Bu vesileyle, yeri gelmişken, bir anekdot:
Eylûl-1978’de, İstanbul- Fatih’de, bir evde, dönemin İstanbul’unun bazı seçkin ulemâsı başta olmak üzere, diğer bazı isimlerle Mısır, Irak, Suriye, Suûdî Arabistan, Pakistan, Sûdan, Fas gibi müslüman coğrafyalarındaki İslamî hareketlerin seçkinlerinden veya onların yerli temsilcilerinden birçok insanın katıldığı bir özel toplantıda ortaya atılan görüş; ’İran’da, Şah rejiminin artık ayakta duramıyacağı anlaşılmıştır.. Ancaak, çetin bir problem de geliyor.. Çünkü, Khomeynî, âyetullah / molla / hoca / ahund / ruhanî gibi sıfatlarla değil, İmâm sıfatını kullanarak geliyor.. O’nun, -İmâm sıfatını haiz olmak açısından, mezhebî farklılığının pek etkili olmayacağı da vurgulanıp, pek çok şartları haiz oldoğuna da değinilerek-, bu sıfatla iktidara gelmesi halinde, o zaman, nicelerini cezbetmesi daha kolay ve karşı çıkılması da daha zor olur.. Öyleyse, derhal, büyük ekseriyeti oluşturan müslümanlar da, Khomeynî’nin İran’a hâkim olmasından önce cihanşumûl çapta bir İmâm belirlemeliler..’ şeklindeydi ve tabiatiyle ilginçti.. Ancak, kim ve nasıl belirlenecekti?
Bu noktada, tarihten gelen, gelenekten sirayet eden bütün yanlışlar da tekrarlanıyordu..
Kimisi, Pakistan’da iktidarı askerî darbe ile ele geçirip, bazı şer’î hükümleri uygulamaya koyduğu bilinen General Ziya’ul Haqq’ın; kimisi (o zamanki Suûd kralı) Melik Khâlid’in; kimisi, Sûdan’da darbeyle iktidara gelen General Cafer Numeyrî’nin; kimisi Fas Kralı Hasan’ın o makam için pek lâyık olduklarını ileri sürmüşlerdi, ama, bir karara varılamamıştı.
(O toplantıdan hemen sonra, ’Hılafet ilga edilmemiş/ kaldırılmmamış, Meclis’in manevî şahsiyetinde mündemiç hale getirilmiştir, o Meclis’de de o mânâ ve makamı bizden başka sahiblenen kimse olmadığına göre, bize intikal ettmiştir..’ diye, şekilci, sathî mantık açısından avlayıcı bir görüşle bey’atler alan siyasetçileri de hatırlayalım..)
Bu tartışmalar olurken, İran müslümanlarının İmâm Rûhullah Khomeynî rehberliğindeki hareketi, Şahlık rejimini devirmişti bile..
Ancak, o zaman da, bir takım mezhebî kaygularla karalamalar da daha bir hız kazanmıştı..
Ki, bu gibi faaliyetler, her iki taraftan, bugün de devam etmekte..
Meselâ, niceleri, şiada temel sayılan inançlardan birisi olan ’İmâm’ların masûmiyeti, / günahsızlığı’ ifadesinden bugün ruhanî veya molla denilen kimseleri anlamaktalar. Halbuki, şia’daki ’Eimme-i Mâsûmîyn’ denilen ’Masûm İmamlar’dan maksad, Ehl-i Beyt İmamları denilen, ve Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Huseyn ile, Hz. Huseyn’in neslinden gelen diğer 9 İmâm’ın, yani, cem’an 12 İmâm’ın mâsûmiyetidir.. Ama, bugün nicelerinin, ’âyetullah’ diye anılanların mâsûmluğuna, günahsızlığına, yanılmazlığına inanıldığı gibi bir iddiası, bir yakıştırmadan ibarettir.
Bu durum başka konularda da böyle olmaktadır..
Meselâ, kuzeydoğu İran’daki Meşhed şehrinde bulunan 8. İmâm Rızâ Türbesi başta olmak üzere, nice dağbaşlarına serpilmiş bulunan İmâmzâde diye anılan mekanlarla, Irak, Suriye veya Hicaz coğrafyalarındaki kutsal bilinen bazı mekanlara yapılan ziyaretler için, ’ziyaret’ kelimesi kullanılır ve bu ’ziyaret’ler için müslümanların genelinin Hacc kelimesinden anladığı mânâ kesinlikle kullanılmaz.. Hacc, sadece, bütün müslümanların bildiği ibadet için sözkonusu olur..
Ama, ingilizcede bu ziyaret ve Hacc için tek kelime kullılır: Pilgrimage..
İyi de, bunun üzerinde niye mi duruluyor?
Şunun için..
Hacc dışında ve şiî müslümanlarca kutsal sayılan mekanlara yapılan ’ziyaret’lerle ilgili bir haber dünya ajanslarına düştüğünde, devreye derhal, ingilizcedeki ’pilgrim/ pilgrimage’ gibi kelimeler giriyor ve o haberler ingilizceden başka dillere çevrilirken, türkçe tercümelerde sık sık görüldüğü üzere, ziyaretçi yerine, hacı kelimesi kullanılıyor. Meselâ, ’Bugün, Kerbelâ’da, Necef’de veya Şam- Zeynebiye’de meydana gelen saldırıda, İranlı hacılardan şu kadar kişi hayatını kaybetti ve yaralandı..’ gibi haberlerle sık sık karşılaşılıyor.. Bu haberleri, hele de Hacc mevsimi olmayan zaman dilimlerinde, farklı mezhebî-kültürel zeminler üzerinde bulunan müslüman toplumlar dinlediklerinde, tartışma, başka yerlere kayıp; ’Yahu, bu şiîler de tuhaf.. Başka Hacc mekanları da varmış..’ gibi değerlendirmelerde bulunuyorlar. Ve tabiatiyle de, bu gibi yanlış aktarmalar, toplumları farklı konumlara yerleştiriyor.
*
’Velâyet-i Faqih’ kavramı ve o kavramla ifade olunan makama bağlı olmak/ olmamak konusu etrafındaki tartışmalar da böyle..
Halbuki,’Velâyet-i faqih’ konusunda birilerini‚ eleştirenlerden niceleri de bu terimin mahiyet ve şumûlünü teferruatıyla öğrenememiş bile olabilirler..
Dahası, şimdilerde, İran’ın Suriye konusundaki siyasetini en hızlı şekilde destekleyen ve T.C.’nin Osmanlı hayallerine daldığından sözeden birisi, henüz 15 sene öncelerde, ’Ben aklımı âyetullahların cebine koyamam, bunu kendime hakaret sayarım..’ diyebiliyorlardı..
’Velayet-i Faqih’ anlayışının mahiyet, şumûl ve sınırlarını bu satırların sahibi de bilmezdi..
Bu satırların sahibi de, bu terimi, önceleri hemen hemen hiç bilmezdi..
İslam İnqılabı Hareketi’nin, onmilyonların ’Allah’u Ekber’ feryadlarıyla dünyayı sarstığı ve Şah rejimi güçlerinin müslüman kitleleri onbinler halinde ezip geçmeye çalıştığı 1977-1978’lerde, o hareketin rehberi lideri olduğu artık dünya çapında kabul gören ve şia mezhebinde müctehid makamında da bulunan İmâm Khomeynî’nin bir kitabının türkçe tercümesi yayınlanmıştı, ’İslam Fıkhında Devlet’ adıyla.. O kitabın farsçadaki adının, ’Velâyet-i Faqih’ olduğu sonralarda öğrenilecekti..
İmâm, o kitabında, nazarî olarak müslüman bir toplumun nasıl ve kim tarafından yönetileceği gibi konulara, Kur’an âyetlerinden ve ’Ulemâ, enbiyanın/ peygamberlerin mirasçılarıdırlar’, (el’ulemâ, verese-t-ul enbiyâ) şeklindeki hadis-i nebevî rivayeti başta olmak üzere hadis rivayetlerinden ve ’12 İmâm’ın sözlerinden deliller getirerek cevablar vermeye çalışıyordu..
Peygamberler, ümmetleri üzerinde nasıl velâyet hakkını haiz iseler, ulemâ da, onların mirasçısı olarak, aynı yetkiyi haiz idiler..
Ama, 79-80 yaşındaki İmâm, devlet yönetiminde bir gün bile bulunmamıştı.. Bu bakımdan, yönetim mes’elesi, kendisinin de fiilî olarak yabancısı olduğu bir konu idi..
Şahlık rejimi devrildikten sonra, İmâm, ilk aylarda ilmiyye medreseleriyle meşhur Qum şehrine çekilmişti ve yönetime direkt olarak el atmak yerine, halkın seçtiği temsilcilerin kurduğu yönetimine destek olmak ve yanlış yaptıklarında onları irşad ve ikaz etmek gibi bir eğilimde idi. (İmâm’ın o zamanlar, ’Biz hükûmet etmek için gelmedik, biz sadece halkın seçtikleri sapmalara uğrarsa, irşad edeceğiz..’ dediğini, Âyetullah Muhammed Rızâ Mehdevî-y’i Kenî’nin daha birkaç ay önce, kendisiyle yapılan bir röportajda tekrarladığını ve Mehdevî-y’i Kenî’nin, İnqılab Rehberliği makamında bir boşalma olursa, yeni Rehber’i belirlemek yetkisine sahib olan Meclis-i Khıbregân’ın (Faqihler Meclisi’nin) şimdilerdeki başkanı olduğunu da belirtelim..)
Evet, İmâm da öyle söylüyordu, ama, Şah rejiminin yıkılması sonrasında ortaya çıkan otorite boşluğunda, sosyal arenaya çıkıp, şanslarını denemek üzere, pusuda bekleyen, bütün ideolojik hareket ve örgütler toplumu korkunç bir anarşi ortamına doğru sürüklemek istidadında oldukları ve bu yönde silahlı mücadeleler de devreye eklenince, ulemâ, İmâm’dan, bizzat devletin başına geçmesini taleb edecekti..
Çünkü, toplumlar hele de öyle kargaşa zamanlarında, karizmatik şahsiyetlerin öncülüğüne daha bir ihtiyaç duyuluyor, ve bu gücün, o sırada, en çok da İmâm’da olduğu hissediliyordu..
*
İşin başında, ’velayet-i faqih’ ve ’vekalet-i faqih’ tartışmaları vardı..
Ama, İmâm da işte o hengamede, bir müslüman toplumu yönetim yetkisi ve gücünün manevî dinamiklerini tedvin etmekle, şekilli olarak derlemekle meşgul idi ve hazırlanacak yeni anayasa çalışmaları sırasında, ilk kez, Anayasa’ya / (Qaanûn-i Esâsî’ye), ’Velâyet-i Faqih’ terim ve kurumunun konulması tartışılmaya başlanmıştı.. Yani, İslam toplumunun yönetiminde, İslam fıqhı/ hukuku konusunda feqahet /derin bilgi sahibi ulemânın velâyet hakkının olduğu görüşü..
Ki, İnqılab Rehberi’nin kardeşi Âyetullah Muhammed Khameneî ise, birkaç ay önce, bir gazeteye verdiği röportajda, ’Velayet-i Faqih’ terimini anayasanın taslak metnine ilk kez kendisinin yazdırdığını, bu hususta Beheştî’nin biraz kenarda durduğunu, ama, sonralarda müşkülat çıkarsa da, Âyetullah Muntezirî’nin o konuda kendilerine çok destek verdiğini söylüyordu.. (Merhûm Muntezerî ise, daha sonra, ’Bizim kasdettiğimiz ’velâyet’ böyle değildi..’ diyecekti. Refsencanî ise, daha geçenlerde, Rehber’in İnqılab Muhafızları Ordusu’ndaki temsilcisi Huccetulislam Saidî tarafından, ’Niçin, ’velâyet-i zeminî’yi, ’velayet-i âsûmanî ve ilahî haline getiriyorsunuz?..’ dediği için, eleştiriliyordu..)
Toplumun daha çok da genç kesimlerinde, bu tartışma daha inqılabın ilk zamanından beri oldukça etkin ve yaygındı.. Bu genç müslüman kesimler, daha çok, ’velâyet’ değil, ’vekalet’ hakkından sözedilmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı..
Geniş halk kitleleri ise, ulemâ’ya ve onlar arasından da en çok İmâm Khomeynî’ye bakıyor; o ne derse, o şekilde bir İslamî yönetim anlayışını kabul edebileceklerini belirtiyorlardı..
Başta, -özellikle azerî kesimlerinde daha bir etkili olan- Âyetullah Kâzım Şeriatmedarî olmak üzere, müctehîd konumundaki ulemâ kesiminden bazı isimler, bu tartışmaları besleyen kimseler olarak, açıkça olmasa bile, dolaylı olarak, o anlayışın bugüne, o şekliyle intikal ettirilmesinin doğru olmayacağını söylüyorlardı..
Haziran-1980’de, Tebriz’de genç müslüman insanların, gece sabahlara kadar ateşli şekilde tartıştıkları temel kavramın en çok da, ’Velâyet-i Faqih’ ve ’Vekâlet-i Faqih’in olduğunu gören bu satırların sahibi için, bu terimler, bu kavramlar, daha bir yabancı idi..
’Velâyet-i Faqih’ anlayışındaki velayet’in, ana-babanın çocukları üzerindeki velayet hakkı gibi olduğunu belirtiyorlar; ’O faqihlere o yetkiyi kim verdi’ ve ’Bu çocuklar ne zaman rüşde yaşına gelecekler?’ diye soruyorlar; ’velayet-i faqih’ yerine‚ ’vekalet-i faqih’ anlayışının esas alınması gerektiği; halkın rüşd sahibi kabul edilmesi ve halkın temsil ve vekalet yetkisini kaldırdığı zaman, faqih’in yetkisinin kalmaması gerektiği şeklinde bir düzenleme yapmak gerekir’ diyorlardı. Yani, o görüş sahibleri de, yönetimi yetkisinin, yine faqih’e bırakılmasını, ama, yetkinin halkın iradesine bağlanması gerektiğini ileri sürüyorlardı.
*’Asr-ı Saadet’ örneği ve ’Medine-i Fâzılâ’ ümidinden ilerisini pek bilmezdik..
Bu tartışmaları günlerce misafir konuk olarak izleyen bu satırların sahibi ve neslinin bilmediği terimlerdi, bunlar.. Onun ve neslinin genel çizgisiyle bildiği ise, sadece, Farâbî çağından kalma, ‘Medine-i Fâzılâ..’ (faziletli, erdemli, bilge insanların yönetimindeki devlet şekli) anlayışı idi, teorik olarak; ama, bunun nasıl olacağına dair uygulama örneklerinden Hz. Ali’nin katledilmesinden sonraki uzuuun tarih dönemleri boyunca, hep mahrum idik..
Çünkü, bir müslüman toplumun kim tarafından, nasıl yönetileceğine, nasıl bir hükûmet modeline sahib olduğumuz hakkında, Asr-ı Saadet ve -bazı tartışmalı uygulamaları olsa bile- Khulefâ’y-ı Râşidîyn dönemleri sonrasında, çok sağlıklı ve yerleşik, bir yönetim şekli geliştirilememişti, müslümanlarca... Asırlarımız saltanat rejimlerinin zer ve zor , altın ve kılıç gücüne göre şekillenmişti.. Arada bir, beğenilen ve hayırla anılan örnekler ortaya çıktıysa, onlar da uygulanan yönetim sisteminin değil, kendi şahsî meziyetlerinin eseri olarak bir farklılık oluşturuyorlardı..
Ne ’velâyet-i faqih’, ve ne ’vekâlet-i faqih’ sözkonusu idi..
En gelişmiş yönetimle ilgili en gelişmiş kitabların başında, Mâverdî’nin ’Ahkâm-us’Sultâniyye’si (Sultanlık/ saltanat hükümleri) isimli eser geliyordu, asırlardır..
Şia ise, Hz. Ali’nin şehid edilmesinden sonraki tarih dönemleri boyunca, bir devlet uygulamasına sahib olmadığından; kendilerini şiî müslüman olarak gösteren bazı hükümdarların yönetimlerini de tâgûtî olarak niteleyip, meşrû’ yönetimler olarak tanımadıklarından; asırlar boyu, daha bir örneksiz durumdaydılar.. ’Gaybûbet-i Kübrâ’ (Büyük gaiblik-gizlilik) dönemini yaşadığına ve bu halini 1200 yıla yakın zamandır sürdürdüğüne en inanılan 12. İmam’ın, Mehdî olarak zuhûr edeceği ve gayrimeşrû rejimleri yokedeceği, yeryüzünde iyiliğin hâkimiyetinin bu şekilde sağlanacağı bir ümid ve teselli kaynağı, bir inanç kaynağı olarak kitleleri teselli ediyor gibiydi.
Evet, 1979’da uygulanmaya başlanan ve ’Velayet-i Faqih’ diye isimlendirilen yönetim şeklinin ilk 10 yılı, İmâm Khomeynî zamanında geçti, sonrası da, şimdiki İnqılab Rehberi’nin riyasetinde..
Yani 33 yıllık bir uygulama..
Uzuuuun asırlara bakılırsa çok uzun bir süre değil, ama, çok kısa bir uygulama dönemi de denilemez..
İlk 10 yıl, İnqılab’ın sosyal hayata hâkim olması ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nın ateş, kan ve gözyaşı içinde geçti.. İmâm Khomeynî’nin vefatından sonra ise, bugünkü İnqılab Rehberi’nin işbaşına getirildiği dönem..
’Velâyet-i Faqih’ makamında , ’Veli-yy’i Faqih’ sıfatıyla bulunan İnqılab Rehberi, (Ordu, İnqılab Muhafızı- Pasdarlar, Polis, vs.) bütün silahlı güçlerin başkomutanı olduğu gibi, Yargının başını da o belirler, Şah döneminden kalan ve devletçe o el konulmuş bütün zenginlikleri vakıflar-bunyadlar halinde elinde bulunduran vakıf kurumlarının başkanlarını da Rehber belirler; Radyo-Televizyon Kurumu’nun başkanı da, Şah zamanından kalma gazetelerin Genel Yayın Müdürleri de; m.vekilliği, C. Başkanlığı seçimlerine girmek isteyen adayların ve Meclis-i Khıbregân üyeliğine seçilmek isteyen ’faqih’lerin adaylıklarına vize veren Şûrâ-y’ı Nigehban kurumu üyeleri de Rehber tarafından belirlenir, dış siyaset de.. Ve tabiatiyle, bütün bu temel kurumlara tayin olunacak veya seçilecek olanların Veli-yy-i Faqih’e, Rehber’e bey’at etmesi şartı da anlaşılmaz değildir. Bütün üst derece komutan ve bürokratların da..
Bu bey’at’in iltizamî olması şartı da aranır.. Yani, sadece sözle değil, davraşlarında ve yaşayışında da yansıması gerekir, bu bey’atin...
İslamî Şûrâ Meclisi bir kanun yapacağı zaman, Rehber, ’O konuya dokunulmasın..’ derse, dokunulamaz.. Hattâ, şimdiki C. Başkanı Ahmedînejad, iki sene öncelerde, İstihbarat Bakanı Haydar Muslihî’yi azlettiğini radyo-televizyondan açıkladıktan yarım saat kadar sonra, Rehber, Cumhurbaşkanı’na değil, doğrudan o Bakan’a verdiği hükümle, ’Git, vazifene devam et!’ demiş ve bunun üzerine, Ahmedînejad, 12 gün kadar, ortalıktan kaybolmuştu..
Yani, görüldüğü gibi, ’Velayet-i Faqih’ diye isimlendirilen yönetim tarzı, kendisine özgü bir devlet yönetim tarzı sergiliyor..
Müslümanların tamamı da, asırlar içinde, böylesi, İslam şeriatine göre şekillenmek iddiasındaki bir yönetim şekliyle ilk olarak karşılaşıyorlar denilebilir..
Bazıları, bu yönetimi, kusursuz bulur, bazıları eleştirir.. Bazıları teorik olarak doğru bulur, uygulamada aksamalar olduğundan sözeder.. Bazıları, temelden doğru veya temelden yanlış olduğunu söyler..
Ama, mevcud durum, İran’ın mevcud sosyal şartlarından ayrı olarak değerlendirilmemelidir.
Bu satırların sahibinin, bu konulardaki görüşü ise, elbette sadece kendisini bağlar..
*
Geçen hafta, Viyana’da bazı kardeşler de, benzer konuları dile getirip; ’İnqılab’dan yüz mü çevirdiniz veya ümid mi kestiniz?’ diye soruyorlardı. Anladığım mânâda inqılabî çizgiden asla ayrılmadım ve ümidimi de kesmedim.. Ancak, inqılabî çizgiden anlaşılan nedir, o daha bir ayrı konu..
Bazıları da, ’böyle bir devlet yönetiminde şia mezhebinden olmayanların durumu nasıl olur ve onların bey’atleri ekseriyetin mezhebindeki gibi midir, istisnaları var mıdır?’ diye soruyordu.
*
14 Ekim günü de, Frankfurt Enternasyonal Kitab Fuarı’nda, İran standını, bölümünü ziyaret ederken, orada bir yayıncı ile sohbete daldım.. Biraz sohbet ettikten sonra, ’mezheb’imi sordu..
Kendimi muslim/ müslüman dışında isimlendirmeyi doğru bulmadığımı söyleyince, muhatabım, ’Evet, evet, doğru.. Aga-y’ı Khameneî (İnqılab Rehberi) de aynen sizin gibi düşünüyor ve bu yolda ilerliyor..’ dedi.. ’İnşaallah öyledir..’ diye temennimi ifade ettim.
Sonra.. Suriye Buhranı’na gelince, sohbet..
(Bu konunun devamını, bir sonraki yazıya bırakalım, inşaallah..)
YAZIYA YORUM KAT