Kırk yıl sonra "68 kuşağı"
Türkiye'nin yoğun gündeminde kolay olmadı ama, "68 kuşağı" üzerine yazılıp söylenenlerden, televizyon dizileri ve tartışmalarından nihayet farkına vardım ki, bütün dünyada "gençlik ayaklanmaları"nın yılı 1968'in üzerinden tam tamına kırk yıl geçmiş...
Ben de "68 kuşağı"ndanım. O kuşağın eylemlerinden çok söylemlerine katkım olmuştu. "68 kuşağı"na mensup gençlik liderlerinin hemen hepsini ya tanırdım ya da onlarla arkadaştım. Öldürüldükleri için bugün artık aramızda olmayanları her zaman saygıyla ve acıyla anıyorum.
Aramızda başlangıçtan itibaren ya da sonradan olma polis ajanları, ruh hastaları veya karakter yoksunları yok muydu? Bugün onları daha iyi teşhis edebiliyoruz... Ama ezici çoğunluğumuz, büyük bir ahlaki idealizmle siyasi bir ideale bağlanmıştık: Şöyle veya böyle gerçekleşecek bir "devrim" ile Türkiye'i cennete çevirebileceğimize inanıyorduk. Ne yazık ki, bizi birbirimize düşüren otoriter ve totaliter ideolojilerin, tutuğumuz yolların, iktidar kavgasında bizi kullanmak isteyenlerin bizi paylaştığımız eşitlik ve özgürlük ideallerinin tam zıddı yöne götürdüğünün farkında değildik. Ne yazık ki, kurulu düzenin güç sahipleri de, genç ve anlaşılmaya muhtaç olduğumuzu göremeyecek kadar bağnaz ve acımasızdı. "68 kuşağı"ndan ayakta kalmayı ve yaşananlara eleştirel gözle bakmayı başaranların büyük çoğunluğu, kimi kısa, kimi uzun bir süre sonra ama mutlaka, bağlanılan fikirlerin, tutulan yolların yanlışlığını gördü.
Eğer yaptığım işlerden vakit bulabilir, ömrüm elverirse, "68 kuşağı"nın kendi penceremden görünüşünü yazmak istiyorum. Dostlarımın bu yöndeki baskısını en az on yıldır üzerimde hissediyorum. Doğrusu, bugüne kadar 1971 askeri müdahalesiyle sona eren dönemin tecrübeleri üzerine, esas yazması gerekenlerin pek azı yazdı. Yazılanların en önemlisi kuşkusuz Hasan Cemal'in, Türkiye'ye Baas (Irak, Suriye) benzeri bir rejim getirme peşindekilerin (12 Mart belgesellerinde, 12 Mart'ı konu alan televizyon dizilerinde nedense görmezden gelinen) 9 Mart cunta girişiminin öyküsünü anlatan kitabı. "Kendimi Yazdım, Kimse Kızmasın" (1999), son yıllarda kendini yeniden hissettiren demokrasi düşmanı cuntacı geleneğin anlaşılmasına da ışık tutmakta.
1968 yılında Türkiye'de yaşanan "gençlik ayaklanması"nın anlaşılmasına bir katkım, bundan yirmi yıl önce, yirminci yıldönümü dolayısıyla, Toplum ve Bilim dergisinin 41. sayısında basılan "68 Kuşağı Üzerine Bir Deneme" başlıklı makaledir. Derginin yazı kurulunda, basılmasını isteyenler ile reddedilmesini isteyenler arasında bir fırtına kopardığını sonradan öğrendiğim bu makaleyi, aradan yirmi yıl geçtikten sonra bugün tekrar okuduğumda, buradaki tesbitlerin bir kısmının artık pek bir geçerliliği kalmamış olduğunu görüyorum.
Söz konusu makaleyi 1988'de yazarken temel meselem, 20 yıl önce bu görüşlerin Türkiye'de yayılmasına (ne yazık ki) katkıda bulunmuş biri olarak, Marxizm ve Marxizm-Leninizm'le hesaplaşmak, bu görüşleri neden tamamen terkettiğimi açıklamaktı. Bu makalenin yazılmasından sonraki yıllarda gerek dünyada gerekse Türkiye'de yaşananlar, Marxizm-Leninizm'i de Marxizm'i de müzelik hale getirdiği için, bu bağlamda söylediklerimin fazla bir değeri kalmamış olabilir.
Ama makalede bence hâlâ anlamlı olan tesbitler yok değil. Bu bağlamda varılan sonuç dikkate değer: "Bence, son yirmi yılda yaşananlar '68 kuşağına düşünce özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin, kişi haklarının vazgeçilmez değerini öğretmiştir. '68 kuşağı, 1968'de bireyin temel hak ve özgürlüklerini güvence altın alan çoğulcu demokrasiye sırt çevirmişti. Bugün ise temel hak ve özgürlüklere en yürekten bağlı olanlar bence büyük çoğunluğuyla onlardır."
Deng Siyaoping'in yönettiği Çin'de, Mihail Gorbaçov'un başta olduğu Sovyetler Birliği'nde ve bütün dünyada yaşananlara bakarak, "reel sosyalizm"in hemen bir yıl sonra, 1989'da başlayacak olan çözülme ve yıkılışını öngörmesi açısından da makale dikkate değer bulunabilir.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT