Kırılma
Türkiye modernleşmenin ne olduğu konusunda uzun süren bir sancı yaşadı. Özellikle tek parti döneminde bu konuda o denli karmaşık, ama aynı zamanda yüzeysel bir fikir dünyası oluşmuştu ki, modernlik yaşanan bir durumdan ziyade neredeyse ‘sahip olunan’ bir nitelik olarak görülmeye başlandı. Bu noktada Batı liberalizminin bireyselliğe vurgu yapan bakışı da çarpıklık üreten bu sonuca destek oldu. Çünkü ‘sahip olunan’ modernliğin öznesi bizde toplum değil, bireylerdi... Toplum tek tek modernleşmeyi bekleyen ve o müstakbel âna kadar ülkenin gidişatı üzerinde fikri önemsenmeyen bir güruhtan ibaretti. Böylece birçok insan sahip olduğunu düşündüğü bu modernliği bir ilericilik, sanki daha gelişmiş bir insanlık hali olarak görmeye başladı. Bu durum toplumu Batılılar için epeyce aykırı gözüken bir ölçüt üzerinden sınıfsallaştırdı. Modern toplumlarda sınıf yaratma özelliği atfedilen sosyoekonomik düzey birincil derecede önemli değildi... Önemli olan kişisel modern ‘sıçramayı’ gerçekleştirip gerçekleştiremememizdi ve bunun yolu da doğal olarak eğitimden geçmekteydi.
Eğitimin ‘modernliği’ ise, kişiyi toplumsal güruhtan ayıran özelliklerin öne çıkarılmasını, modern kişi ile sıradan halk arasındaki farkın daha da açılarak vurgulanmasını ima ediyordu. Öte yandan bu çabanın organize ve koordine edilmesi, bir disiplin içinde tutarlı bir öğretiye dönüştürülmesi gerekliydi ve bunu yapacak olan da doğal olarak devletti. Bugün başörtülü kızların üniversiteye alınmadığı tek ülke olarak bağnazlık skalasında müstesna bir yere oturmuş olan Türkiye’nin, bu hastalıklı geçmişin kalıntılarını 21. yüzyıla sürüklemesi şaşırtıcı değil. Çünkü eğitim bu ülkede ‘sınıf üreten’ bir dinamik olmakla kalmamış, modernliğin diğer olası dinamiklerini ezip geçen bir etki yaratmıştır. Sözkonusu ‘eğitimin’ böylesi bir gücünün olması, modern kişinin sadece bildiğimiz okullarda şekillenmediğini, askeriyenin, medyanın ve bürokrasinin birer ‘okul’ olduğunu idrak ettiğimizde daha anlaşılır hale gelir.
Diğer taraftan devlet bütün ekonomik gücü elinde tutmakta ve imtiyaz dağıtma tekelini hovardaca kullanmaktan çekinmemekteydi, çünkü hem toplumun denetleme gücü ve bu yönde siyasi geleneği yoktu, hem de ‘vatanı kurtarmış’ olan bu kadroya karşı çıkmak pek mümkün değildi. Eğitilerek devşirilmiş olan modern bireylerin devlet etrafında sınıfsallaştırılması bu sayede mümkün oldu ve laik cemaat böyle doğdu... Laik cemaat dindar olmayanların oluşturduğu sosyolojik bir grup değil, devlete yamanmış olan bir sınıfsal modernlik haliydi ve bu nedenle de siyasi bir kimlik olarak belirginleşti. Laik kesim neyin savunucusuydu diye bakarsanız, Batı’daki nüanslarıyla bir laikliği listenin ancak sonuna eklemek durumunda kalırsınız. Bizde laiklik esas olarak devlete yakın duranların sınıfsal kimliğiydi...
Türkiye uzun süre devlete yakın olanlarla uzak olanların oluşturduğu iki sınıfın ürettiği dengesizlik içinde bugünlere doğru geldi. Cemaat üretme kapasitesi olmayan ve devlete uzanan bir ağ olarak örgütlenen milliyetçilik, bu elitist yapıyı kuşatarak kabul edilebilir kılmasına karşın çekirdeğe hâkim olamadı. Bütün darbeler ve vesayet arayışları ise sözkonusu dengesizliği kendi lehine korumak isteyen devletin tasarruflarıydı ve laik kesim bütün bu darbelerden de, vesayet sisteminden de memnun kaldı. Ne var ki dünyanın demokrat zihniyete meyleden bir değişim içinde olması, Türkiye’yi de tam bu hassas dengede yakaladı ve siyasetin ölçütü kaydı. Önümüzdeki dönemde çok daha belirginleşeceği üzere, şimdi devlete değil, topluma ne denli yakın veya uzak olunacağı belirleyici olacak ve toplum da artık ‘tek millet’ yavanlığına mahkûm olmayacak. Yanlış anlaşılmaması için ekleyelim, ülkede hiçbir Kürt olmasa, herkes kendisine ‘Türk’ dese bile, ‘tek millet’ jargonu yakın gelecekte bayat ve tatsız bir zihniyete gönderme yapan bir ilkellik olarak görülecek...
Bütün bunların anlamı, laik kesime şaşırtıcı gelecek olsa da, modernliğin nihayet bu topraklarda yeşermesi ve dönüşerek hayata geçmesidir. Laik kesim bu durumu psikolojik olarak hazmedemiyor ama olayın aynı zamanda sınıfsal bir yenilgiyi ima ettiğini, devletin ihsan ettiği imtiyazlar üzerinden yaşanamayacağını da kavrıyor. Bu tesbitlere laik kesimin homojen olmadığı yönünde bir itiraz olabilir... Ne var ki bu ancak imtiyazların dağılımına ilişkin olarak doğruluk payı taşıyacak, bu kesimin blok olarak yararlandığı zımni ideolojik iktidara yönelik bir gerçeklik taşımayacaktır. Kemalist dünyanın tasavvuru olan laik kesim bugün bir bütün olarak yenilmiş durumda, ama bir bölümü bu yenilgiyi demokratikleşmenin gereği, istenen bir durum olarak karşılıyor. Çünkü laiklerin içindeki bu azınlık grup, devlet eliyle yozlaşan bir kimliğin parçası olarak kişiliksizleşmekten bıkmış durumda. Dahası Türkiye toplumunun ne cahil, ne de ilkel olduğunu görmüş, o toplumla içiçe olmanın keyfini yaşamış durumda.
Bu tesbitler laik kesim içinden ilk kez topluma saygılı bir sol çıkaracak... Ve aynı müstakbel sol bu referandumda gönül rahatlığıyla ‘AKP’nin anayasası’ denen bu pakete destek verecek. Eğer bu referandumda ‘hayır’ çıkarsa, kimsenin kuşkusu olmasın ki aynı sol, gelecek seçimlerde AKP’yi aynı gönül rahatlığıyla destekleyeceği bir noktaya doğru hızla ilerleyecek. Çünkü artık bir gözümüz kendi kesimimizin üzerinde ve kendisini ‘laik’, ‘solcu’, ‘modern’ olarak sunan cemaat çoğunluğumuzun cehaletinden, kibrinden ve zaman zaman dizginlenemeyen ahlaksızlığından utanıyor ve bununla yüzleşmek istiyoruz.
Modernlik her zaman homojen gözüken yapıların kırılmasını ima eder. Laik kesim de modernleşiyor ve içerden kırılıyor... Belki de bu referandumun uzun vadede esas anlamı burada aranmalı.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT