'Kimliklerin özgürlüğü' versus özgürlükçü kimlik siyaseti...
Kimlik taleplerinin son dönemlerde modernliğin çözemediği sorunlar karşısında oluşan tepkinin dilini oluşturduğunu bugün kolayca gözlemliyoruz.
Bu tespit, eğer modernlik söz konusu sorunları çözebilseydi kimlik meselesi ile karşılaşmayacağımızı da ima ediyor. Bu değerlendirme altında kimlikler tatmin edilememiş ve biraz da kaprisli çocukların sızlanmasını andırıyor. Buradan hareketle çok kültürlülüğün ancak bir renk, bir hoşluk, bir çeşitlilik olarak ulusal bağlam içinde yaşayabileceğini savunmak da mümkün hale geliyor. Böylece hem size benzemeyenlere karşı hoşgörülü olabiliyor hem de ait olduğunuz çoğunluk hegemonyasının meşru olduğunu söylemiş oluyorsunuz. Diğer taraftan kendilerini mağdur olarak algılayanlar da sahip oldukları kimlikleri olabildiğince 'ulusallaştırma' yolunu tercih ederek sanki eşdeğer bir statü kazanma peşindeler...
Oysa ulusallaşma gerçekte tam anlamıyla bir kimliksizleşmeyi ifade eder... Bugün tahayyülümüze pek sorgulanmayan bir biçimde yerleşmiş olan söz konusu çarpıtmayı kavramak için biraz eskilere, ulus-devlet öncesine dönmek gerekiyor. İmparatorluklar düzeni dünyanın hemen her yerinde cemaatçi yapılara dayandı. Farklı kültürel grupların, kendi kimliklerine 'yaslanarak' günlük hayatlarının değer sistemini oluşturdukları bir düzendi bu. Doğal olarak bu yaslanma hali kırsal kesimde çok daha işlevseldi, çünkü farklı kimliklerin farklı yerleşimler halinde yaşamaları hem mümkündü hem de denetim amacıyla devlet tarafından desteklenmekteydi. Buna değer hiyerarşisini yaratan egemen zihniyetin ataerkillik olduğunu eklediğimizde, kimliksel ayrışmanın ne denli yaygın ve doğal olduğu kolayca anlaşılabilir. Çünkü ataerkilliği taşımakta olan ideoloji dindi ve inançlar farklı yaşam pratiklerini tanımlamakla kalmayıp, her fırsatta ayrımlaştırma amacıyla da kullanılmaya müsaittiler. Kentlerde durum bu denli açık olmasa da, neredeyse tüm Avrupa kentlerinde Yahudi mahallelerinin varlığı simgesel olarak o dönemleri yansıtır. Hıristiyanlar ise hem mezhepsel bölünme içindeydiler hem de yöresel olarak ve tarihsel süreç içinde belirginleşmiş olan etnik benzeşmeyi mezhepsel tercihlerle bütünleştirmişlerdi.
Bu durumun Osmanlı İmparatorluğu için çok daha belirgin olduğunu biliriz. Çünkü bu topraklarda sadece gündelik hayatın değil, devletin meşruiyetini de içerecek şekilde tüm sosyal yapının değer sistemi dine ve dolayısıyla ataerkil zihniyete dayanmaktaydı. Kimlikler sadece sosyal grupların sahip oldukları nitelikler değil, devletin zorunlu kıldığı tercihlerdi de... Öyle ki idari yapının işleyebilmesi, adaletin dağıtılabilmesi ve yönetimsel tasarrufların meşru bir bağlamda yapılabilmesi, nihayette her kişinin bir kimliğe sahip olduğu bir düzen gerektirmekteydi. Kimliksizlik neredeyse kişiyi insani bir sosyal dünyanın da dışına itmekteydi. Bu tür insanlar hem devlet hem de sosyal gruplar için bir tehlikeydi... Böylece kimlikler sahip olunması gereken ancak aynı zamanda değiştirilebilir de olan grupsal aidiyetler haline geldiler. Özgürlüğün bedeli seçtiğiniz kimliğin niteliğine uygun olarak sınırlandırılmış bir özgürlüğe mahkum olmayı kabullenmekti.
Dinsel kimliklerin yerine etnik kimlikler...
Bütün bu süreç zarfında en ilginç gelişme kimliklerin hemen tüm coğrafyalarda adım adım bir bireysel tercih nüansı içermeye başlamasıdır. Öyle ki önceleri kaçınılmaz olarak içine doğulan ve ayrı tanımlanmaya imkân tanımayan grup kimlikleri, imparatorlukların genişlemesi ve idari sistemlerinin olgunlaşması ile birlikte bir tür seyyaliyet aracı haline geldiler. 19. yüzyıl öncesinin dünyasında neredeyse tüm coğrafyalarda din değiştirme yoluyla farklı bir kimliğe geçen binlerce insanın varlığı hiç de şaşırtıcı bir olgu değildir. Ayrıca çeşitli hak ve imtiyazlardan yararlanmak veya mağdur olmamak amacıyla toplu halde din değiştirme pratiği de sıkça yaşanmaktaydı. Sonuç olarak imparatorluklar döneminde kimlikler kişi ve grupların kendilerine biçtikleri hayatın sınırlarını çizen ama aynı anda onlara yeni bir hayat da bahşedebilen bir taşıyıcıydı. Herkesin bir kimliği vardı ve söz konusu kimliklerin devlet tarafından tanınması meşru birer 'vatandaş' olmanın da yolunu açmaktaydı.
Buna karşılık imparatorluklar son derece çeşitlilik arz eden ve her an değişebilecek bir kimlikler yelpazesini yönetmek durumundaydılar. Bunun nedenlerinden biri imparatorlukların gözünün sürekli olarak 'dışarıda' olması, yani fethedilecek yeni topraklardan ve vergi alınacak yeni sosyal gruplar üzerinde egemenlik kurmaktan vazgeçmemeleriydi. Ayrıca karşılarındaki imparatorlukların da aynı hedefe kilitlenmiş olduklarını bilmek her an toprak ve cemaat kaybetmeyi ima ediyor, bu ise imparatorluk mensuplarının kimliksel yelpazesini en azından niceliksel olarak etkiliyordu. Siyasetin cemaatler üzerinden yapıldığı bir ortamda herhangi bir kimliğe ait nüfusun azalıp çoğalması ise genel siyasi ortamı doğrudan etlkileyen bir unsurdu.
Bu tablo imparatorlukların iyi ve adil bir yönetim gösterebilme güçlerinin 'kimliksiz' olabilmeleriyle bağlantılı olduğunu ortaya koymaktaydı. Öte yandan bunun pratik bir geçerliliği de yoktu... Dolayısıyla 'kimlikler üstü' bir devlet politikası yaratılmaya ve kimlikler arası ahenk, denge ve adalet bu şekilde sağlanmaya çalışıldı. Batı'da yönetici hanedanlar kendilerini böyle konumlandırmak için azami gayret sarf ettiler. Osmanlı ise uzun süre devam ettirdiği devşirme geleneği içinde, toplumsal farklılıkları aşan ve hepsini kuşatan bir bürokrasi üretti. Hanedanın ve devletin bir kültürel kimliği olmakla birlikte, bu kimliğin bir sosyal grubun siyasetini temsil etmemesi işin esasıydı. Böylece cemaatler arası siyaset açısından ele alındığında, imparatorlukların bu kimlik sahibi grupları olabildiğince 'kimliksiz' bir bürokrasi ile karşı karşıya getirdiği söylenebilir. Bu nedenle cemaatlerin nispeten adil bir hakemlik mekanizması önünde, kendi kimliklerini sahiplenerek siyaset yapmaları mümkün olmaktaydı. Çokkültürlülük ise dünyanın doğal haliydi ve korunması gerekiyordu.
Modern ulus-devletler bu yapının içinden yeşerdiler ve söz konusu yapının bozulmasına paralel olarak güçlenirken, o yapıyı daha da bozdular. Şimdi kimliği 'veren' devletin kendisiydi ve vatandaşı da kendi izdüşümü olarak hayal etmekteydi. Milliyetçilik dinsel kimliklerin yerine etnik kimlikleri geçirirken, çok kritik bir sonuç da yarattı: Kimlik değiştirme özgürlüğü neredeyse ortadan kalkmış oldu. Buna karşılık devletin makbul gördüğü kimliği seçmek ise ya bir zorunluluk ya da bir imkânsızlık olarak yaşandı. Böylece daha önceki kimliksel cemaatlerin bir bölümü devletin doğal çekimi altında asimile olurken, bazıları da kategorik olarak dışlandılar.
Kimliklerin kamusal alana taşınması niçin garip?
Kültürel kimlikler devlet tarafından siyaseten yorumlanmış ve net bir çizgi ile ikiye ayrılmış oldu. Ama siyasi kimliği kültürel kimlikle özdeşleştirmeye en yakın olan Alman ulus-devletinde bile, otantik kimlikleşme hali bozuldu ve devletin yeniden tanımlamasına konu oldu. Diğer devletlerde bu durum daha da radikal sonuçlar yarattı. Modernlik gerçekte insanların doğal olarak sahip oldukları ve bir özgürlük alanı olarak da kullandıkları kimlikleri gasp etti. Onlara 'ulus' adına yeni ve yüzeysel kimlikler verirken, bu kimliğin kültürünü kurgulamayı ve ayakta tutmayı da devlet olarak üstlenmek zorunda kaldı.
Gelinen noktada kimlik sahibi olan asıl aktörün ulus-devletler olduğunu ama bu kimliklerin de esas olarak kültürsüzlükten muzdarip olduğunu söylemek mümkün. Kültürel zemini olmayan bir kimliğin yaşatılması ise sürekli resmi bir dili, teşviki ve çabayı gereksinmekteydi. Modernliğin ideolojik tahakkümü altında geçen iki yüzyıl boyunca devletlerin kendinden saymadığı cemaatler üzerinde büyük baskılarına ve soykırımlarına tanık olundu. Yüzyıllardan beri ilk kez 'savaş' hali aynı zamanda devletlerin iç durumunu da yansıtmaya başladı ve ortaya bir 'iç düşman' kategorisi çıktı. Oysa asıl düşmanca bakan ve tavır alanlar devletlerin kendisiydi...
Modernliğin yıprandığı günümüzde kimliklerin yeniden hatırlanması ve kamusal alana çıkması kimseye garip gelmemeli. Çünkü bizler doğal olanı engellemiş, bastırmış ve çarpıtmış durumdayız. Buradan hareketle doğal olanın kendiliğinden makbul olduğunu öne sürmek caiz olmasa da, doğal olanın gaspının geri tepecek bir sosyal/siyasi birikimi ima ettiğini de bilmek zorundayız. Burada sorun siyasi anlamda yeniden 'yeşeren' kadim kimliklerin kendileri bozarak sahneye çıkmaları, diğer bir deyişle ulusal kimliğe özenmeleridir. Çünkü bu durum söz konusu kimliğin kültürel temelindeki çeşitliliği boğar... Devletin o kimliğe yaptığını, bu kez de o kimlik kendisine yapar. Milliyetçiliğin zararlarını gidermenin yolu herhalde alternatif milliyetçilikler yaratarak değil, milliyetçiliği anlamsız kılan bir kültürel zenginliği bütün olarak yaşatabilmekten geçer. Diğer bir deyişle çokkültürlülüğün görünmesi ve kabullenilmesi, ancak bu talepleri yapanların da kendi çokkültürlülüklerini görüp kabullenmeleriyle birlikte anlam taşıyabilir.
Kimliksel duyarlılığı öne çıkaran siyasetlerin milliyetçi bir eğilim içinde merkeziyetçi bir yapıya dönüşmeleri, belki modern zamanlarda işlevsel bir tavırdı ama günümüzde artık değil. Çünkü bu tavrın öncelikle o kimliğe sahip kişilerin özgürlük alanını daralttığı açık ve bunu herhangi bir cemaate kabul ettirmek artık çok zor. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde kimlik siyasetlerinin önündeki temel ölçütün özgürlük olacağını idrak etmekte yarar var. Cemaat üyelerinin gündelik hayatlarında özgürlük imkânlarını genişletmeyecek hiçbir kimliksel siyasetin başarı şansı bulunmuyor. Bu ise, kimlik siyasetini taşıyan ideolojinin ne denli özgürlükçü ve demokrat olduğuyla doğrudan bağlantılı... Buna karşılık tüm amaçlarını belirli bir kimliğin özgürleşmesini engellemek olarak saptayan devletlerin de, karşılarında hâlâ ulusalcı cemaatler görmeye alışması lazım. Çünkü bir cemaati salt kimliğinden ötürü homojenize ederek mağduriyete mahkum ettiğiniz andan itibaren, tepkinin de bu homojenleşmeyi kullanma eğilimi göstermesi şaşırtıcı olmaz.
Kimlikler günümüzdeki birçok siyasi talebin meşru zeminini oluşturuyor... Ama bunun nedeni kimliklerin zamanı ve tarihi aşan kadim bir niteliği taşımaları değil. Aksine kimlik denen şey, geçmişte epeyce esnek, seyyaliyeti yüksek bir toplumsal hareketliliğin alanıydı. Diğer bir deyişle bugün bize yeknesak özelliklere sahip gözüken bütün kimlikler bizatihi çokkültürlü bir geçmişin günümüze erişen sentezleridir. Ulus-devlet kimlikleri, bu çoğulcu geçmişin bastırılmasıyla oluşan ortamın yüzeysel ve yapay siyasi kurgular sayesinde yeniden 'kültürleştirilme' çabasından ibaretti ve 'millet' kuramlarına rağmen çok uzun süre ayakta kalması da belki zaten beklenemezdi...
Yarının dünyası yeni bir zihni ortamın içinde adım adım yaratılıyor... Bu zihniyet değişimi ise esas olarak bireylerin kafasında, iç dünyalarında ve tabii ki algılama ve beklentilerinde ortaya çıkıyor. Siyasetin ise ancak algılama ve beklentilere uygun olduğu ölçüde işlevsel olabildiğini biliyoruz. Dolayısıyla geleceğin dünyasına uyum sağlamak bugün sadece ulus-devletlerin değil, her türlü cemaatin en kritik meselelerinden biri. Çok kültürlülüğün doğal bir durum olarak içimizde yaşadığını, kültürel kimlikler etrafında oluşan cemaatlerin hak ve özgürlüklerin engellenmesinin hiçbir meşruiyetinin olmadığını; buna karşılık yeknesak kimliklerin ancak tarih dışı kalmakla mümkün olabileceğini ve kimlik siyasetinin de ancak ulusal paradigmayı aştığı ölçüde anlamlı olduğunu anlamanın eşiğindeyiz. Umalım ki bu anlamayı taşıyabilecek entelektüel cevvaliyetten yoksun kalınmaz.
Zaman gazetesi
YAZIYA YORUM KAT