Kimlikler aşınırken insan olmak anlamını kaybediyor!
Mazhar Bağlı, sosyal mecraların giderek ağırlığı artırdığı zamanlarda insanların kimlik bunalımının nasıl bir seyir izlediğini inceliyor.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı / Açık Görüş
Yeni kimlik inşa sürecinde hayal çok kural yok
Aristotes'in Organon adlı çalışması klasik mantığın en önemli kutsal metni olarak kabul edilir. Bilindiği gibi bu çalışma klasik mantık disiplinin sistematik çerçevesini belirleyen ve çok uzun süre düşünce dünyasını esir alan bir başyapıttır. Onun ortaya koyduğu ve Aristo Mantığı olarak bilinen düşünceler onun öğrencileri ve daha sonra da İslam düşünürleri tarafından bir hayli yaygınlaşmaya ve etkin olmaya devam etti ta ki modern mantık doğana kadar.
Düşüncenin aleti
Organon çok kısaca belirtmek gerekirse düşüncenin aleti diyebiliriz. Öncüllerden bir sonuç çıkarmaya yarayan imkan da denilebilir. Bize akıl yürütmeyi öğrettiği için de o müallim-i evveldir. O bize zihnin işleyişine tekabül eden doğal varlık kategorilerini gösterdi.
Daha sonra gerek fizik alanında gerekse de geometride yaşanan yeni gelişmeler ve teoriler, Newton mantığının gürbüzleşmesi ile birlikte düşüncenin "aletleri" değişmiş oldu. Bu durum, varlığı tanımanın yolunu da tanımlama bağlamını da değiştirdi.
Her bir varlık alanını tasnif ve tanımlama merakı, doğal zihinsel kategorilerde var olan işleyişlere tekabül ederken birden işler değişti. İnsanı tanımlama parametreleri de böylece değişmiş oldu. İnsan, zihindeki temel işleyişin doğal kategorilerinden çıkarılarak tanımlanmaya başlandı. Daha önce insan, ona özgü olan evrensel özellikler üzerinden tanımlanırken şimdi görünen fiziki özelliklere indirgendi, mesele ten rengine kadar indi.
Hem Aristotales'in buyurduklarına hem de Newton'un teorilerine haksızlık etmek niyetinde değilim ama kabaca ifade etmek gerekirse Aristo mantığında insan düşünen bir "varlık" iken Newton mantığında insan anatomik (tenli) bir canlıya dönüştü.
Kendini bilmek
İnsan nedir sorusu sadece sosyal bilimlerin en kadim meselesi değildir, aynı zamanda kişinin de kendisi ile ilgili ebedi olan merakıdır. "İnsanın kendini bilmesi kadar büyük bir ilim yoktur" der ehli hikmet. Peki insan kendisini nasıl bilebilir?
İki temel referansla insan kendisini bilir. Ötekiye dokunmakla ve yaratılmayı çözmekle. Daha açık bir ifade ile söylemek gerekirse bir kişinin kendine ait bir kimlik ve kişilik inşa edebilmesi için hem çevresini hem de kendisini bilmesi gerekir. Geleneksel dönemde bu iki alana ilişkin referanslar doğal varlık alanlarından ve dini metinlerden devşirilirken günümüzde yapay dünyadan/sanal alemden sağlanmaktadır.
Benim de bir dönem rahle-i tedrisinden geçtiğim geleneksel medreselerde okutulan ilk kitaplardan birisi Münebbihat'tır. "Uyarılar" demek olan bu kitap özetle, cennete giden yolun uyarıcı işaretlerinden bahseder. Tasavvufi züht eksenli ibretlik hikayelerden müteşekkil olan kitabın müellifi İbn-ü Hacer Al Askalani'nin ilginç ve ibretlik bir hikayesi de vardır ve medreselerde ilk ders bu kitapla başlar.
Rivayete göre El Askalani ilim tahsil etmek için bir medreseye gider ve ilim tahsil etmeye başlar. Ancak günler geçmesine rağmen o bir türlü kendisine verilen dersleri kavrayamaz. Ne kadar çalışsa da hocasının kendisine verdiği hiçbir dersi anlayamaz. Üç-dört ay aynı dersi tekrar edip durur. Sonunda akli melekesinin ilim tahsil etmeye elverişli olmadığına hükmedip bir gece medreseyi terk eder ve dağa çıkar. Issız bir mağaraya girer ve orada "kabiliyetsizliğine" kahrolup içli içli ağlamaya başlar. Bir ara bir ses duyar, birden kulak kesilir. Bakar ki mağaranın tavanından bir su damlamaktadır. Yaklaşıp suyun damladığı yere bakınca şok olur. Sürekli ve istikrarlı bir kararlılıkla mağaranın tavanından damlayan suyun mermeri deldiğini görür. Bu manzaradan etkilenip kendi hikayesini yeniden yazmaya başlar ve medreseye geri dönüp dersleri istikrarlı bir süreklilik ile tekrar etmeye ve çalışmaya başlar. Mermeri delen suyun gücü değil, sürekliliğidir. Kafam mermerden daha sert değil deyip işe yeniden başlar. Çok ilim tahsil eder ve nihayetinde büyük bir alim olur. Onun için de adı "Taşın Oğlu" anlamında İbn-ül Hacer olmuştur.
Kitabın içeriğine, bizimle ilgili olan kısmına gelince; kitabın girişinde bizim de bugün cevabını aradığımız ve aynı zamanda pek çok coğrafyanın da zehirli bir kıymık gibi beynini kemiren "ben kimim sen kimsin" sorusuna ilişkin bir diyalog vardır. Kitap bu soruya verilmesi gereken veya verilebilecek olan cevapla başlar. De ki ben Hz. Adem'in çocuğuyum, Beniâdemim. Hz. İbrahim'in Milletiyim, Hanif dinin müminiyim ve Hz. Muhammed'in Ümmetiyim, Müslümanım. Falanın oğluyum ve memleketim şurasıdır.
Bu klasik metindeki sen kimsin sorusuna verilecek olan cevaptaki hiyerarşik düzen bize kimlik ile ilgili en kadim vetireyi sunmaktadır. Ki bütün hikaye dini bir çerçevede cereyan etmektedir aynı zamanda.
Kuralsız kimlik
Özellikle medyadan hem de hiçbir "kurala" bağlı olmayan bir işleyişe sahip olan sosyal medyadan elde edilen bilgilerle kimliklerin inşa edildiği bir dünyadayız bugün. Kişiler bir yandan hayali bazı simulakrlarla kendi kimliklerini inşa ederken diğer taraftan kendilerini de bir referans haline getirmektedirler. Eskiler, sahip oldukları niteliklerin kıymetini kendisi vazeden kişilere "keramet-i kendinden menkul" derlerdi. Günümüz kimlik inşa aktörlerini özetleyen en çarpıcı ifadelerden birisidir bu.
Konuyu yapay et/gıda gibi de düşünebilirsiniz. Benedict Anderson, günümüzdeki ulus fikrinin hayali olarak inşa edildiğini söyler. Ona göre her ne kadar ulusun üyeleri birbiriyle organik bir bağ içerisinde değillerse de kolektif bilinçleri vardır. Hayali olarak inşa edilmesini sağlayan esas bağlam ise dinin sosyal hayattan geri çekilmesi ile gerçekleşmiştir.
Her ne kadar günümüzde konu daha çok gündelik politik tartışmalarla harlanıyor olsa da esasında kimlik konusu hem felsefeyi hem de dini ilgilendiren en kritik konulardan birisidir.
Geleneksel dönemlerde kimliği inşa eden temel parametreler insanlık ailesinin evrensel ortak doğal özellikleriydi. Günümüzde ise kimliği inşa eden tüm referanslar hayali, simülatif ve sunidirler ne yazık ki. İşi kaosa sürükleyen ise kimlik için vazgeçilmez referanslar olarak görülen bu suni/hayali parametrelerin evrensel hakikatler olarak dayatılmasıdır. Zira bireyler önce kendilerini inşa ediyorlar sonra da kendisini bir referans haline getirerek muhatabını tanımlıyor. Dikkat ederseniz faşistler önce kendi "kutsallığını" muhatabına vazederler.
HABERE YORUM KAT