Kimlik meselelerine dair bir derkenar
Kimlikler bize modernliğin hediyesidir. Kadim dünya kimliksizdir. Bunun yerine çoğu yerelliklerle anılan bir aidiyetler ağının üzerine bina olur. Modernleşme, çözücü etkileriyle aidiyetler dünyasını dağıtmıştır. Kimlikler bir bakıma, bu boşluğu gidermek için oluşturulmuştur.
Kimlikler plastik bir niteliğe sahiptir. Bu plastik tat, en katıksız politik kimliklerden, bir bakıma bunun alternatifi olarak zuhur eden; tarih ve kültür çağrışımlarıyla yüklü olanlarına kadar tümünde hissedilir. Kimlikler ile aidiyetler dünyası arasındaki fark, ilkinin oluşturulan; diğerinin ise oluşan bir özelliğe sahip olmasıyla daha belirgin olarak ortaya çıkar. Kimlik bir bilinç, aidiyet ise daha ağırlıklı olarak bir duyuş halidir. Başka türlü söyleyecek olursak, kimlik dışarıdan, aidiyet içeriden elde edilir. Bir başka farklılık kimliklerin monadist bir niteliğe sahip olmasına karşın, aidiyetlerin açık uçlu bir yapılanmanın ürünü olmasında takip edilebilir.
Son çeyrek yüzyıl içinde, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye'de de kimlik siyasetleri olarak anılan bir siyaset etme tarzı hakim hale geldi. Şurası çok aşikar ki, beğenelim, beğenmeyelim; bu yüzyılın politik paradigması, geçen yüzyıldan farklı olarak ekonomi politik ile değil ve fakat kültürel politikle taçlanıyor. Bu satırların yazarı bu dönüşümü "yabancılaşma"nın tarihi içinde ele alan bir yaklaşıma sahiptir. Yani, ekonomi-politik ve onun alternatifi olarak gelişen kültürel politik, yabancılaşmanın iki veçhesini ortaya koymaktan başka bir şey değildir.
Osmanlı İmparatorluğu'nu çok-kimlikli olarak tanımlamak ile çok-kültürlü olarak tanımlamak arasında önemli bir farklılık vardır. Osmanlı'nın çok-kültürlü bir dünyası vardı. Burada "kültür" değişkeninin içini dolduran aidiyetler ağıdır. Osmanlı bu kültürel çeşitliliği kendi mahalli yapıları, ya da muhitleri içinde de-politize ederek, yani savaş hukukunun dışında tutarak yüzyıllar boyu sorunsuz bir şekilde yaşattı. Ama bunu ortak bir Osmanlı kimliği olarak değerlendiremeyiz. Osmanlı kimliği meselesi modernleşme tarihimiz içinde, Tanzimat adamlarının geliştirdiği bir formüldür. Osmanlı dünyasında yegane kimlik saray kimliğiydi ve sadece Osmanoğlu sülalesinden gelen kişiler için kullanılabilirdi. Tanzimat, bu hanedan kimliğini toplumsallaştırmak ve aidiyetleri aşan bir üst sadakat bağı olarak seferber etmeye çalıştı. Gidişatta ise çok farklı gelişmeler yaşandı. Aidiyetler siyasileştirildi ve entelijensiyaların zihniyet ve hayal tornalarından geçirilerek kimliklere dönüştürüldü ve ayrılıkçı hareketlere aktarıldı.
KİMLİK, BİR ENTELEKTÜEL YANLIŞ MI?
Şimdi burada biraz durmak ve 19. asırda ayrılıkçı entelijensiyaların formüle ettiği kimliklerin atıfta bulunduğu toplulukların cari kültürel durumlarını ne oranda yansıttığını tartışmak gerekir. Çok açıktır ki, her kimlik oluşturma işi, referansları ne kadar ikna edici gözükse de fiili kültürel durumları aşkındır ve bir yerden sonra artık hayatın içinde tınlamaktan uzak düşecektir. Ama bu tablo, onların etkisiz olduğunu göstermez. Tam tersine kimlikler yeni bir algı dünyası oluşturur ve aşama aşama günlük hayata sızar ve oradaki ilişkileri de a priori olarak belirlemeye başlar. Kimliklerin yükselmesiyle tarihkültürel muhitlerin çözülüşü arasında derin bir ilişkinin yattığı da aşikardır. İster politik olarak başlamamış olsun, ister politik olarak kışkırtılsın, kimlikler ölümcül tabiatlarıyla ayrışma süreçlerinin vazgeçilmez kimyasıdır.
Her kimlik fiili tarihsel durumlar karşısında ıskalayıcıdır. Hayat kitaba sığmıyor. Hayatın diyalektik çeşitliliği, içerdiği aykırılıklar zihni sabiteleri katı kurgular haline getiriyor. Bu çeşitliliği sabiteler olarak okumakta ısrar etmek ve kategorik kılmak ancak bir tür baskılamayla ve ancak sınırlı bir düzeyde başarılabiliyor. Her kimlik içinde büyüyen tortularla gelişiyor ve bir aşamadan sonra bu tortular onu sorunlu hale getiriyor ve işleyişini engelliyor. Bu sorunların ağırlığı değişkendir. Eğer oluşturulan bir kimliği, aidiyetler karşısında cazip hale getirebiliyorsa, bu işten en az zararla çıkmak mümkündür. Bu cazibe ekonomi-politik dünyada refahla ölçülüyordu.
Kimlik, bir entelektüel yanlışsa ve ona karşı çıkış eğer aynı esas üzerinden oluyorsa, bu yanlıştan yanlış üretmek gibi mantıki olarak anlaşılması zor bir sonuca götürür bizi. Kimlik oluşturma işi kolaylıkla modüler hale geliyor ve zaman içinde hegemonik bir mahiyet kazanıyor. Burada karşıt hegemonya oluşturmak -bunu mevcut hegemonyayı çözmek olarak okumak gerekir- veri hegemonyaya esastan karşı çıkmayı gerektirmez mi? Eğer hegemonik olan durum onun sözde karşıtında yeniden üretiliyorsa, buradan insanları umutvar kılacak olan bir dönüşümün çıkmayacağını öngörmek zor olmayacaktır.
POLİTİK DAMAR TIKANIKLIKLARINI AÇMAK İÇİN...
Türkiye'de kurucu süreçler, Osmanlı kimliği formülünün tutmadığını gördükten sonra, Türk kimliğini esas kıldılar. Bu formül önemli ölçüde tuttu. Dağılan imparatorluk coğrafyasında yaşanan demografik felaketin sonucunda kapağı Anadolu'ya atan göçmen Müslüman topluluklar arasında en yüksek kabulü gördü. Tabii ki, Yörük, Türkmen, Tahtacı boyların tahsil ve terbiye marifetiyle bu daireye dahil olmaları zor olmadı. Türk kimliğinin dinsel anlamda yeni kültürlenmeleriyle ve bu kültürlenmeleri endoktrinasyonunu sağlayan maarif aracılığıyla, başlangıçta bu kimliğe sınırlı destek veren pek çok diğer topluluk buna dahil oldu. Ama aynı formül şu ya da bu nedenle, Kürtlerin büyük kısmı için tutmadı. Burası artık çok açık. Kürtler Türk kimliğine dahil olmayı sindiremedi. Özellikle 12 Eylül sonrası yapılan ağır yanlışlarla içinden çıkılması zor sorunlar doğdu. Acılı on yıllardan sonra, şu aralar bu konuda bir çözüm iradesi oluşmuş gözüküyor. Bu konuda samimi çabaları örselemek gibi bir amacım yok. Ama yukarıda kısaca ele almaya çalıştığım temellendirmeler üzerinden ortaya çok kalıcı bir sonuç çıkacağından emin değilim. Atlandığını ya da gözden kaçırıldığını düşündüğüm birkaç hususu dile getirmek istiyorum. Unutulmaması gereken durumlardan birisi, politik düzeyde monadlaştırılan Türk ve Kürt kimlikleri bir farklılığı ortaya koyuyor. Oysa hayatın içinde, lümpenleşmeye dayalı kültürel süreçlerde, Türkler alabildiğine Kürtleşiyor; Kürtler ise alabildiğine Türkleşiyor; tıpkı politik olarak ayrışan laik-dindar kimliklere rağmen dindarların dünyevileşmesi ve laiklerin dindarlaşması gibi.
Daha önemlisi her iki kimliğin içinde yine ortak olarak ve kuvvetli bir şekilde kendisini hissettiren aidiyet kayıpları yaşanıyor. Bu, otantiklik kaybı olarak da görülebilir. Bir bakıma atıfta bulunulan kültür çevrelerinin, ya da muhitlerinin erimesiyle ilgili bir durum bu. Plastik kimliklerin hayatımızı işgali zaten bu muhit kayıplarıyla yakından bağlantılı. Kimlikler muhitsiz kültürlenmelerle serpiliyor. Yeni yaşayış muhitleri ise bambaşka özellikler taşıyor. Bu muhitler kimlik hesaplamalarının çok dışında yapılar ortaya koyuyor. Tüketim kültürü ve ruy-ı zeminden ya da topraktan kopuş bunun ortak paydasıdır. Bugün Türkler ve Kürtler eş derecede toprağa küskündür; tıpkı topraktan kopuk laikler ve dindarlar gibi. Böyle bir tutunumsuzluk mukadderatında plastikleşmiş kimlikler galiba ancak inorganik tarım ürünleri kadar iş görebilir. Yüksek dereceli bir şehirleşme ile beraber yürüyen bu toprağa küskünlük duygusunun getirdiği boşluklar sadece tüketime dayalı içi boş ve uçucu bir hayatı mukadder kılıyor. Kanımca, politik perspektiften okunması zor olan ama sorunun esasını oluşturan da bu. Bu toprakların insanlarını yeniden coğrafyalandırmak ve ruy-ı zeminle kaybettikleri bağları yeniden kurmak, kimliklerin yerine aidiyetlerin inşasına da kapı aralayabilecek ve politik damar tıkanıklıklarını açmada çok etkili olabilecektir...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT