Kimiz, neredeyiz, nereye gidiyoruz?
Soluduğumuz çağ, gücünü geçmişten almayan, yarın adına bugünü feda etmeyen, geleceği bugün içinde kuran bir anlayışın çağı…
Türkiye de bu çağı soluyor, bu çağın dinamikleriyle hemhal oluyor. Sorunları, çözümleri, sıkıntıları, uyum çabaları bu çerçevede…
Ancak aynı Türkiye bir önceki çağdan kalma sorunlara, bir önceki çağın geleneklerine de kendisini kalın bir damarla bağlamış durumda.
Bu açıdan henüz ışıkla aramıza set çeken perdelerin hepsi açılmadı.
Esen rüzgâr dışa açık, ama mevcut yapı kimi unsurlarıyla hâlâ içe dönük…
Bir travmanın etkilerini hâlâ yaşıyoruz.
Ama travma birden çok…
Türkiye bir travmalar diyarı…
Bırakın 1920'leri biz hâlâ yer yer geçen yüzyılın travmasını yaşamaya devam ediyoruz...
19. Yüzyıl'ın başından bu yana, ülke içinde ve dışında gidişat ve değişim hangi istikamette olursa olsun; değişmeyen, yeni sorunlara, yeni durumlara, yeni oyunculara şemsiye görevi yapan çatışma, mekanizma aynı...
Modernliğin “iki temel unsuru”ndan “merkezileşme”yi benimseyen, “farklılaşma”yı ise yok sayan; yani merkezileşmenin katalizörü olan bireyleşmenin önünü tıkayan, buradan hareketle devlet dışında özerk alanların oluşumunu dışlayan bir modernlik uygulamasıyla ikiye katlanan bir travma...
İsteyen istediği kadar bağırsın, iktidar kavgalarına Atatürk'ü alet etsin, yüzeysel bir yaşam biçimini laiklikle özdeş kılsın ve bu tür travmaların hatırlatılmasını kendi varlığına küfür saysın; bu ve bu tür travmalar Türk siyasetinin, Türk sağı ve Türk solunun öyküsü olmuştur; Türkiye'nin kaderine hükmeden partilerin varlıkları ve politikalarının özünü oluşturmuştur.
Bu travma yüzünden, sağ, tüm toplumsal eşitsizliklerin ve ahlaksal çöküntülerin faturasını Batı modernliğine çıkarmıştır. Batı'yla kültürel, siyasi temas, benzeşme, bu Türkiye'yi, sorunları mucizevî bir şekilde çözmesi beklenen köken mitolojisine, yani içe kapalı milliyetçiliğe ya da türlü köktenciliklere doğru itmiştir.
Sol ise tüm faturayı buraya, bu ülkenin kültürü ve yerel değerlerine çıkarmayı tercih etmiştir. Siyasi açıdan alabildiğine şarklılığın, kültürel açıdan alabildiğine şark karşıtlığının getirdiği yırtılma parçalı, faydacı, devletçi, değişim karşıtı bir söylemin temelinde yatmıştır.
Sonuç olarak kemalizm, islamcılık, ülkücülük, solculuk kültürel ya da ideolojik köken üzerine kurulu tepkilerle siyasallaşmaktan öteye geçmemişlerdir.
Aralarındaki çatışmalarda Batı'yı, Batı modernliğinin kurumlarını parçalı ve keyfi olarak ele almışlar, referans haline getirmişlerdir.
Sokaktaki yansıma da farklı olmamıştır.
Mağdurlar birey haklarından, diğerleri devletten söz etmişler. Biri birey hakkından hareketle bireysiz kamu düzeni söylemini, diğeri farklılaşmayı reddeden insansız bir çağdaşlık söylemini yüceltmiştir. Siyaset ise kişi ve kurumların durumlarına göre bu iki uç arasında pozisyon değiştirmeleriyle can bulmuştur.
Bu düzende, bu zihniyette yerel ve yerli değer aslında mahalli; evrensel değer ise yerel olmuştur...
Çatışma zihinlerde, Şark'ın fiilî otoritesi ile Batı'nın hayalî bireyi arasında yaşanmıştır. Ülke hayalî olandan uzaklaştırıldıkça içine kapanmış. Fiilî olana yaklaştıkça kaosla tanışmıştır.
Bu öykü yıllarca böyle sürdü.
Hâlâ sürüyor…
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT