Kimi öldürüyorsun?
Savaşı bitiren fotoğraflar vardır. Bitirmesi gereken. Söylenecek her şeyi söyleyen fotoğraflar. Tıpkı Vietnamlı Nick Ut'un çektiği 'Napalm Girl' fotoğrafı gibi.
Bombalanan bir mahallede, vücudu yanıklar içinde, çırılçıplak koşan ve 'Su istiyorum!' diye bağıran 9 yaşındaki Kim Puch fotoğrafını gören herkes savaşın anlamsızlığında buluşmuştu. Böyle fotoğraflar savaşın 'insan' olmaya bir itiraz olduğunu hatırlatır.
Türkiye geçtiğimiz günlerde bir örneğini yaşadı bunun. Ajanslara düşen bir fotoğraf söze yer bırakmadı. Benzerliği, acıyı, kaybetmeyi ve ancak Allah'a sığınılarak baş edilebilecek büyük bir kederi anlatan bir kare. Acıdan kaskatı kesilmiş bir annenin artık Allah'ın katında olduğunu gösteriyordu. Tıpkı şehitlik gibi. Bir gazete, o fotoğrafı manşetine çıkarmıştı. Sizler de aynı kareye dikkatlice bakın. Hiç azımsamadan. 'Aman efendim ne olacak kırk bin ölüden birinin annesi işte' deyip geçmeden bakın dikkatlice.
Tanıdık bir sahne evet. Hep yoksul evlerine giden acı haberlerden biri daha. Taşrada, iki göz odada oğul bekleyen bir annenin görüntüsü. Bir Chagall resmi gibi, bahçede bir horoz, bir ağaç ve bekleyiş sadece. Günlerce sürmüş, rüyalara girmiş korku. Ya evladım gelmezse korkusu. Ya dönmezse? Bu ihtimalin bir anneyi neye eşitlediğini anne olmayan bilemez. Gücü elinde bulunduran, büyük kararlar alan muktedirlerin anlayamadığını da tahmin etmek zor değil.
Ama biz en azından bir an, o avluda olana sorumluluk hissederek bakalım. Dünyayı bir an için, tıpkı o annenin evladının haberini aldığı andaki gibi kaskatı kalarak unutalım. Dünya o anneyi nasıl unuttuysa biz de dünyayı görmeyelim bir an. Çünkü fotoğrafa bakmanın bize öğreteceği, hatırlatacağı çok şey var.
Anadolu taşrasında bir ev o. Bir avlu, avluda yoksul bir anne. Hangi şehir bir önemi yok. Kürt, Türk olmasının bir önemi de. Aynı sahne kırk bininci defa tekrarlanmış. Kimin muhiti sorusunun bile kıymeti kalmıyor o kare karşısında. Ama 'muhitin benzerliğinin' bilinmesi çok önemli. Aynı başörtüsü, aynı entari, aynı anne kalbi. Ve tuhafı saçlarda aynı kına, çalışmaktan yorgun, katılaşmış aynı eller. Hamur yoğurmuş, süt mayalamış anne şefkati. Kına tazelemek için sabırla evlat yolu gözlemiş.
Kimi öldürüyorsun, diye sor kendine. Kime acı vermek için öldürüyorsun? Öldürdüğün biraz da sen değil misin? Acı düşürdüğün her ocak, senin ocağını da karartmıyor mu? Her ölümde eksilen sen değil misin? Buradan bir aydınlık, buradan bir gelecek kurmak ihtimalin sahiden var mı?
O fotoğrafa iyi bakın. Avluya teselli için gelen komşuların, haber veren üniformalı askerin gıcırdayan ayakkabılarının ve devletin hemşiresinin başında toplandığı annenin teselli ediliş biçimine. Bir teselli mümkünmüş gibi! Tesellinin o anne için bir anlamı olabilirmiş gibi. Zaten fotoğrafta yüzünü komşularına dönmüş. Baygınken bile tarafını doğru seçmiş. Çünkü biliyor olmalı, devletin şefkati uzun sürmez. Sonrası büyük bir göktaşı gibi yüreği kavuran evlat acısı. Uykuları zehir bir acıyla bölecek doğanın hakkı sonrası. Kim teselli edebilir o anneyi? Hangi teselli yeter?
Avluya bakıyorum, taşın rengine, bir kuyusu olduğunu tahmin ettiğim o taşra evinin sıradan, küçük mutluluğuna, dengesine. Ve o mutluluğun bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde kaybolmasına. O anne, baygınlığından uyandığında çok muhtemel ki başka bir dünyaya bakacak. Evladının bayraklı ve bol apoletli cenazesinde 'Bir evladım daha var, onu da göndereceğim...' demesi, 'vatan sağ olsun!' demesi, sonucu değiştirmeyecek.
Bu öğrenilmiş çaresizlikte kabahat hiçbirimizin değil. Bize iktidar adına değerler öğretilir. Sahip olduklarımız ustalıkla unutturulur. Bir bakarız, bin yıllar içinde kazandığımız incelikleri, bizi birbirimize bağlayan kültürel kodları farkında olmadan ötelemiş, yok seviyesine indirmişiz. Unuttuğumuzun 'biz' olduğunu fark etmemişiz bile. Bırakın fark etmeyi, 'biz' üzerine düşünmemişiz hiç. Bizi 'ben'in bencilliğine kurban etmişiz. O avludan, o kınadan, o benzer ninniden ve anneden uzağa düşürüldüğümüz ideolojilerin yalan bahçesinde sahte 'ben'in kodlarıyla yetinmişiz.
Belki de bütün bu acı, o benimseyişteki sorgulamama hali yüzünden dikiliyor kapımıza. Sonradan üretilen kimlik kodlarını hakikat zannetmenin bedeli belki de yaşanan. Hâlbuki avlunun, kınanın, ninninin aynı kıldığına gölge eden tek şey, sonradan sahiplenilene yüklenen anlam. Dikkat ve yüzleşmeyle ona bakılmalı. O anlam sorgulanmalı. Kutsal bayrağın altında yıllarca haksızlık yapıp millet adına suç işleyenlere, milleti oluşturması gerekenlerin içinden birileri çıkıp itiraz eder. 'Beni öldürme' diyecek gücü bile bulmadan sustuğu yerden intikam duygusuyla dolar. Bugün olan da benzer bir hal.
Kendini duyurmanın yolu olarak öldürmeyi seçmiş bir örgütün verdiği acıdan kendimiz adına öğreneceğimiz çok şey var. Bir 'biz' varsa eğer ki avluda duran anne o benzerlik demek. O 'biz'i yeniden düşünmenin, yeniden tasarlamanın bir vesilesi olmalı o fotoğraf. Çünkü evladını kaybetmiş bir anne o saatten sonra sadece annedir. Birilerinin göstermek istediği gibi Türk ya da Kürt değil.
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT