Kim yönetecek, halk mı, bürokrasi mi?
Mesele şu veya bu parti değil, Türkiye'yi kimin yöneteceği meselesi: Halkın seçtiği, sonra da hesap sorduğu siyasetçiler mi, yoksa hiçbir siyasi sorumluluk taşımayan, halkın ulaşamadığı ve hesap soramadığı sivil-asker bürokrasi mi yönetecek Türkiye'yi? Halkın yönettiği bir devlet mi, devletin yönettiği bir halk mı?
Ben Türkiye insanının yönetim hakkı ve talebinden vazgeçmeyeceğini düşünüyorum. Partileri aşan bir buluşma noktasındayız. Neredeyse her siyasi görüşten, etnik ve dinsel gruptan demokratlar 12 Eylül'de 'sivil anayasa'ya doğru ilk adımı atacaklar.
Referandum sürecinde AK Parti ne tek ne de en önemli aktör. Kampanya sürecinde gördük ki sivil toplumun inisiyatif aldığı, siyasete ağırlığını koyduğu bir dönem başlıyor. Sendikacı, öğrenci, esnaf, işadamı, akademisyen... toplumun tüm kesimlerini harekete geçiren talebin adı 'demokratikleşme ve sivilleşme'.
Açıkça söylemeliyiz; bu, AK Parti'yi çok aşan bir talep. Dipten gelen bir dalga... AK Parti'nin başarısı bu dalgayı görmesi ve onun üzerinde siyaset yapması. Referandumdan çıkacak bir 'evet' AK Parti'yi cesaretlendirecek; zaman zaman statükoyla anlaşmaya meyleden 'zaten iktidardayız, germeyelim' söylemini de derinden sarsacak. Daha da ötesi, 'evet' oyları belki de tüm siyasi hareketleri, özellikle de MHP ve BDP'yi 'statüko'dan 'değişim' saflarına savuracak bir süreci başlatacak.
Sivilleşme ve demokratikleşme taleplerine karşı durmak mümkün değil. Anayasa değişikliği vesayet rejiminin kurumlarını dönüştürüyor, ideolojisine ise dokunmuyor. Ama referandumdan çıkacak bir 'evet' dönüşümü mantıki sonuna kadar götürecek.
Bunu bilen statüko güçleri direnişlerini sürdürüyor. TÜSİAD ile DİSK, MHP ile BDP statükonun muhafazası için CHP'nin ve sivil-asker bürokrasinin arkasında saflarını almış durumda. 'Hayır' cephesinin ortak paydası da memleketin yönetiminde seçilmişlerin değil atanmışların etkinliğini istemek. Asla çoğunluk olamayacaklarını düşünenler çoğunluğu demokratik olmayan yöntemlerle denetlemeye kalkıyorlar. Orduya darbe yapması, olmadı bir hükümeti devirerek 'iktidarı altın tepside kendilerine sunması', cumhurbaşkanı seçimine müdahale etmesi için umut bağlıyorlar. Yüksek yargı rakip siyasi partiyi kapatsın, Meclis'in anayasa yapma yetkisini gasp etsin, cumhurbaşkanı seçme hakkını yok etsin istiyorlar.
Demokrasiye razı olmayanlar bu anayasa değişikliğine de 'hayır' diyecekler elbette. Sivil-asker bürokrasi ile memleketi yönetmeye alışmışlar; İstanbul'daki üç beş besleme sermaye, onların medya uzantılarıyla da çok mutlular... Sermayenin 'irrasyonel' olduğunu sanmayın. İktidardan uzaklaştırılan sivil-asker bürokrasi İstanbul sermayesinin en önemli müttefiki. Dolayısıyla bu iktidar kaymasına onların sessiz kalması düşünülemez. Diyet borçlarını ödüyorlar kendilerini yaratan sisteme...
12 Eylül'de mücadele, ilericiler ile gericiler arasında geçecek. Gericilerin kimliği beni hiç şaşırtmıyor: Kemalistler ve Stockholm sendromu mağdurları...
Halk bölündü, gerildi lafları anlamsız. Olup biten, memlekette CHP ve Kemalistlerin değişim önündeki dirençlerinin kırılması. CHP, asker ve Kemalist aydınlardan kurtulan halk kendi anayasasını yapmaya başlıyor. 12 Eylül'de CHP, asker ve Kemalist aydınları aşan bir demokratik halk iradesinin var olup olmadığı anlaşılacak.
Bence bu irade var. Referandum halkın iktidarına sahip çıkması için altın bir fırsat. İktidar, CHP ve onun bürokratik ortaklarında mı kalacak, yoksa halkın meşru temsilcilerine mi geçecek? Mesele bu...
Sandıktan çıkacak evet oyları siyasetin yönünü de tayin edecek. Değişimi anlamayan, ona direnen hareketler tasfiye olacaklar. Otoriter-Kemalist bir cumhuriyetten post-Kemalist bir demokrasiye geçişin anahtarı 12 Eylül'de çıkacak bir 'evet'.
Bu arada Kenan Evren'in oyu da 'hayır'mış. Ne de olsa yargılanmayı göze alamıyor. Peki CHP, MHP ve BDP yönetimlerinin göze alamadıkları ne? Son sözü halkın söylemesi...
Kemalizm sonrası demokratik bir cumhuriyet için tren 12 Eylül'de kalkıyor...
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT