"Kilimime Basma, Git Kenarda Sessizce Öl!"
"Tarihin şaşmaz ilkesidir: Bir mazlum, bir mağdur, çaresizlik içinde senin kilimine basarsa, o kilim kirlenmez, güzelleşir; sofran bereketlenir, huzurun çoğalır."
Aydın Ünal / Yeni Şafak
2010 yılında 3 arkadaş hac yolculuğuna çıktık. Arefe günü sabah namazı öncesinde Arafat'a vasıl olduk.
“Hac'da şahit olduğunuz olumsuzlukları hemen unutun, kimseyle paylaşmayın” diye tavsiye ederler. Yaşadıklarımız münferit, istisnai olaylar olsa, hemen oracıkta unuturduk; ancak o küçücük hadiseler, İslam coğrafyasının, Müslümanların, ümmetin ruh halini yansıtan, karşı karşıya kaldığımız bütün problemlerin kaynağını izah eden hadiselerdi.
İlk hayal kırıklığını Arafat'ta yaşadık. Milyonlarca Müslüman aynı anda aynı vadide buluşmuşlardı. Hepsi Kabe'ye yönelmiş, dillerinde aynı ayetler, aynı dualarla, “Lebbeyk” sadalarıyla ibadet ediyorlardı. Ancak, tanışıp kaynaşmaları gereken Müslümanlar, ülke ülke, kabile kabile, kavim kavim birbirlerinden ayrılmış, hatta mezheplere, tarikatlara, cemaatlere bölünmüş, birbirlerine karışmasınlar diye aralarına tel örgüler çekilmişti.
Akşam, Arafat'tan Müzdelife'ye doğru o muhteşem yürüyüş başladı. Artık hacı olmuş milyonlarca Müslüman beyaz ihramlarının içinde, hep bir ağızdan “Lebbeyk” diyerek sel gibi akmaya başladılar. Doyumsuz, tarifi de imkansız bir manzaraydı.
1 saatlik bir yürüyüşle Müzdelife'ye vardık. Buraya ulaşanlar, bariyerlerle birbirinden ayrılmış asfalt üzerine hemen kilimlerini seriyor, çadırlarını kuruyor, geceyi geçirmek üzere yol üzerinde konaklıyorlardı. Ne yazık ki, yol üzerinde konaklayanlar, geriden gelenlerin yürüyüşünü engelliyor ve izdihamlara sebep oluyorlardı.
Bir ara böyle bir izdihamın arasında kaldık. Ezilmemek için kendimizi bariyerlerin dışına attık. Bariyerlerin ötesi derince bir çukurdu ve orada da izdiham vardı. Düşmek, çukura yuvarlanarak ya da ezilerek ölmek demekti. Yola geri dönebilmek için bariyerlerin üzerine çıktık, ama atlayacağımız yerde, kilimini sermiş, çadırını kurmuş, ailesiyle yemek yiyen, izdihamı da film seyreder gibi keyifle izleyen bir Müslüman vardı. Nezaket ağır bastı ve “buradan geçebilir miyiz?” anlamında bir işaret yaparak müsaade istedik. Kafasını “hayır” anlamında iki yana salladı, sonra da eliyle “geri gidin” işareti yaptı. Kiliminin kirlenmesini, huzurunun bozulmasını istemiyordu. Adeta, “kilimime basmayın, gidin bir kenarda sessizce ölün” diyordu. Hacının kilimine basmadık, biraz ilerde açıklık bulduk, zar zor ilerledik, bariyerleri aştık ve yeniden yola geçtik.
Evet, küçük, minicik, önemsiz bir hadise. Ama ne zaman Müslümanların birbirine ilgisizliği, vurdum duymazlık, bencillik söz konusu olsa, ne zaman yapayalnız ölen bir Müslüman, bir bebek, bir çocuk haberi duysam, o küçük ve tatsız hadise geliyor gözlerimin önüne.
Filistinliler 1918'den itibaren yurtlarını terk etmek zorunda bırakıldılar. Aradan 98 yıl geçti. Suriye, Ürdün ve Lübnan'da dünyanın en büyük Filistinli mülteci kampları bulunuyor. Lübnan'daki Ayn El Hılve Mülteci Kampı'nı ziyaret etmiştim. On binlerce Filistinli, kısıtlı çalışma hakları, kısıtlı eğitim haklarıyla, gelecekleri belirsiz biçimde, tel örgülerle çevrelenmiş bir kampta yaşıyorlar. Kilimlerine basılmasını istemeyen Müslümanlar tarafından unutulmuş haldeler.
Arakan Müslümanlarının sorunu da aynı değil mi? Sadece Budistler değil, Müslümanlar da kilimlerine basılmasını istemiyor ve meseleye sırtlarını dönüyorlar.
Yine Somali'de görmüştüm: Yüzbinlerce mülteci kıtlık nedeniyle başkent Mogadişu'ya sığınmış, üç-beş ağaç dalından yaptıkları barınaklarda hayatta kalma mücadelesi veriyorlardı. Başkentin dışı, ufuklara kadar ulaşan derme çatma kamplarla doluydu. Kilimine basılmasını istemeyen çevre ülkeler meseleye duyarsızdı.
Şimdi aynı acıyı Suriyeliler yaşıyor. Milyonlarca Suriyeli, çaresiz biçimde komşu ülkelere sığındılar. Ama gittikleri her ülkede, kilimlerinin kirleneceğini, huzurlarının bozulacağını düşünenler tarafından horlanıyor, dışlanıyor ve “Suriyeliler gitsin, Suriyeliler kovulsun” gibi acı mı acı tezahürata maruz kalıyorlar.
ABD Yeşil Kart'ı ya da bir Schengen vizesi almak için her değerini satacak, ilk krizde, ilk karmaşada kapağı yurtdışına atacak insan müsveddesi faşistlere söyleyecek sözümüz yok; Allah onlara şifa versin.
Lakin, Suriyelilerle ilgili rahatsızlık izhar edenlere, ama yüreğinde hala irfan ve vicdan kırıntısı olanlara, kalbinde merhamet çınarı taşıyanlara diyeceklerim var.
Hayır, “Müslümanlar kardeştir” hatırlatması, “Ensar ruhu” vurgusu yapacak değilim; Çanakkale'deki şehitliklere de değinmeyeceğim.
Mültecilerden rahatsız olanlara, Suriyelilerin vatandaşlığa alınmasına tepki gösterenlere tek bir sorum var: Hanginiz mülteci değilsiniz?
Dedeleriniz Balkanlar'dan, Kafkasya'dan, Ortadoğu'dan daha 100 yıl önce bu topraklara sığındı.
Daha eskilerinizin dilinde, Ziya Gökalp'in, “Börteçine kurdun adı / Ergenekon yurdun adı / Dörtyüz sene durdun hadi / Çık ey yüzbin mızrağımız!” mısraları dolanıyor.
Bu ülkeyi büyük yapan, değerine değer, zenginliğine zenginlik katan, Bulgaristan'dan, Bosna'dan, Kırım'dan, Türkistan'dan, Halepçe'den, Afganistan'dan gelenlere kucak açması değil midir?
Tarihin şaşmaz ilkesidir: Bir mazlum, bir mağdur, çaresizlik içinde senin kilimine basarsa, o kilim kirlenmez, güzelleşir; sofran bereketlenir, huzurun çoğalır.
Ama, “kilimime basma, git şu kenarda sessizce öl, beni de rahatsız etme” dersen, vallahi bir gün kirli postallarıyla gelir, o kilimi çiğner, o sofrayı dağıtır, senin de, ailenin de huzurunu bozarlar.
Suriyelilerle ilgili konuşurken hatırla istedim: Mülkün sahibi Allah'tır, altındaki kilimin de sahibi Allah'tır; ve biz hepimiz o kilimlerin üzerinde birer mülteciyiz.
HABERE YORUM KAT