Kiboş
Küçük bir fıskiye gibi beliriverdi önümde.
İnce, yaşına göre uzun, dar bir bedeni, kısa kesilmiş kendinden bukleli sarı saçları, eski bir bluzu, lekeli bir eteği, kirden simsiyah kesilmiş minicik çıplak ayakları vardı.
Yüzünüze baktığında, bunların hepsinden önce yumuk gözlerindeki ışığı görüyordunuz.
“Bir liran var mı abi” dedi.
Ona baktım.
“Ne yapacaksın bir lirayı?”
“Yemek yiyeceğim.”
Gazeteye dönecektik, son baskıda bazı yerleri düzeltmemiz gerekiyordu ama sessizce ortak bir karar verdik.
“Aç mısın?”
“Evet.”
“Gel.”
Plastik masaları olan kafeye girdik.
“Vaktiniz varsa siz de benle oturun isterseniz abi.”
Oturduk.
“Ne yemek istersin?”
“Makarna.”
Bir makarna söyledik garsona, bir de hamburger.
“Ne içersin?”
“Kola... Ama sıcak olsun abi, hava serin de.”
“Adın ne?”
“Kiboş.”
“Sen nerede oturuyorsun Kiboş?”
Gülüverdi.
“Çingene Mahallesi’nde abi.”
“Buraya nasıl geldin?”
“Ablamla geldim, Acer ablam, o biraz ilerde.”
“İki kardeş misiniz?”
“Yok, yedi kardeşiz... Acer, Muhammed, Züleyha, ben, Burhan, Adil...”
Durdu, gene güldü.
“Öbürünün adı neydi” diye kendi kendine sordu, gözlerini kısıp, yüzünü buruşturarak düşündü, “hah, Adem.”
Makarnasını getirdiler.
Yemeğe başladı, ince uzun makarnaları çatalıyla toplayıp ağzına götürürken zorlanıyor, uzun bir solukla içine çekiyor, arada bir elleriyle de makarnaları toplamaya yardım ediyordu.
“İğrenmiyorsunuz değil mi abi?” dedi.
“Hayır Kiboş.”
Çatalını tabağa bıraktı.
“Gücünüze gitmesin ama abi siz bu paraları nereden buluyorsunuz? Gelip burada yemek yiyorsunuz?”
“Çalışıyoruz.”
İçini çekip “ben de çalışıyorum” dedi.
“Ne iş yapıyorsun?”
“Ben dilenciyim abi.”
“Kaç para kazanıyorsun?”
Cebindeki paraları çıkartıp saydı, on beş lirası vardı, “öğlen gelip akşama kadar duruyorum” dedi, “bazen yüz lira bile kazanıyorum.”
Sonra gene durdu, “Allah yalan söyleyeni sevmez,” dedi, “ben hiç yalan söylemem.”
“Yalan söylemek kötüdür Kiboş.”
“Bir keresinde ben oynamıştım bana elli lira vermişlerdi.”
Sandalyede oynamaya başladı, bize baktı, biz sessizce ona bakıyorduk, durdu hemen.
Sezgileri bizim daha fazla para verebileceğimizi söylüyordu ona.
Kendisine yemek ısmarlayıp onunla birlikte oturan birilerinden biraz daha para istemekle, bu “dostluğu” para için bozmamak arasında zorlandığı hissediliyordu.
Para istememeyi tercih etti.
“Kolanı açayım mı” dedim.
“Yok,” dedi, “ben açarım.”
Kola kutusunu açmayı seviyordu, uğraştı biraz, açtı.
“Kaç yaşındasın Kiboş?”
“Sekiz.”
“Hamburgerin soğuyacak onu sardırayım mı?”
“Sardır abi.”
Makarnayı yavaş yavaş yiyordu, arada bir “üf” diyordu kendi kendine, “bunu da sardır abi.”
Makarnayı sardırdım, hesabı ödedim.
“Kaç para ödedin abi?”
“Yirmi iki lira.”
“Offf, çok.”
Ona yirmi lira verdim.
Ağzını açtı, derin bir soluk aldı, gözlerini kısıp hemen kafasından hesapladı, “otuz beş liram oldu. Bu kadar da yeter bu gece.”
Birlikte çıktık, hepimizi teker teker öptü.
Gecenin içinde çıplak ayaklarıyla yürüyüp gitti.
Issız bir bozkırda yanyana süratle geçen iki tren gibi sadece ışıklarını görmüştük onun, zekâsını, daha o yaştan bilenmiş sezgilerini, hayatın gerçeklerini kabul edişindeki gücünü, dürüstlükle yalancılık, açgözlülükle dostluk arasındaki salıntısını, neşesini ve yalnızlığını görmüştük.
Sekiz yaşındaydı.
O gece onu mutlu eden otuz beş lirası ve her gece kirli çıplak ayakları vardı.
Değiştirilebilecek bir kaderi olduğunu ve o kaderi değiştirecek gücümüz olmadığını biliyorduk.
Sustuk, uzun zaman sustuk.
Çıplak ayaklı bir ışık ve hayata duyduğumuz korkunç bir öfke kaldı içimizde.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT