Keneş: Humeyni Fırsattı, Heba Edildi
Türkiye-İran ilişkilerinin son 30 yılının fotoğrafını çeken Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Bülent Keneş ile yapılan söyleşi:
Türkiye-İran ilişkilerinin son 30 yılının fotoğrafını çeken Today's Zaman Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Dr. Bülent Keneş ile güncel gelişmeler ışığında asırlardır devam eden ilişkileri, İran'ın Türkiye'deki faaliyetlerini ve nükleer programı konuştuk.
Röportaj: Minhac Çelik
Kitabın isminden başlayalım. 'İran tehdit mi, fırsat mı?' diye soruyorsunuz? Okuyucu kitapta bu sorunun cevabını bulabilecek mi?
Kitabın İran'ın Türkiye açısından fırsat mı yoksa tehdit mi olduğuna dair bir iddiası olmamakla birlikte olgular ve gelişmeler ampirik şekilde anlatılıyor. Kitabı okuduktan sonra İran'ın fırsat mı yoksa tehdit mi olduğuna dair kanaat okuyucuya aittir. İki sonuç için de lehte ve aleyhte bilgiler var. Ama genelgeçer propagandist yayınlardan farklı olarak bu kitap asla İran'ı sadece bir fırsat ya da sadece tehdit olarak gösterme çabası gütmüyor. Şahsi kanaatim, Türkiye'nin çıkarları için İran önemli fırsatlar içeriyor. Bununla birlikte iyi komşuluk ilişkilerinin belirli bir mesafe korunarak sürmesi gereken bir konumlandırmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.
Yakınlaşmanın ne sakıncası olabilir?
Son yıllarda Şii yayılmacılığının Türk tarihi boyunca hiç olmadığı ölçekte topluma, Anadolu'ya nüfuz etme çabası içinde olduğunu görüyoruz. Bunlar kitapta yok ve benim subjektif kanaatim. Tehdit vurgusu yapacak olursak bu tehdidin diğerlerinden farklı olduğunun altını çizmek gerek. Amerikan emperyalizmi ya da İsrail'in ülkeye nüfuzu gibi tehditlerden farklı olarak daha sinsi, belirsiz, gizli ve dostluk vurgusunun hâkim olduğu bir tehdit. Bu yayılmacılığa karşı teyakkuz haline geçememe durumu var. Düşman ya da tehdit olarak görülmediği için tehdidin derinliği fazla. Mesela İran'la ilgili sorgulayıcı eleştirel yaklaşımlar sergilediğinizde hiç ummadığınız kadar fazla tepki alıyorsunuz. Suriye olaylarında İran'ın pozisyonunu eleştirdiğinizde, sivil topluma nüfuz etmiş İran etkisi nedeniyle bütün bu zulme ve İran'ın her türlü destek vermesine rağmen memlekette ümmetçilik adı altında Esedcilik yapılabiliyor.
Hangi kesimlerden geliyor bu tür tepkiler?
Bunların arasında siyasal İslamcılar da var. Daha enteresanı sol gelenekten gelen bir ulusalcı kitle var. Son kulvarda bunların hepsi İrancı oldu. Bunun temeli aslında bünyesinde İrancılık damarı olan Avrasyacılık var.
Türkiye'deki dış politika yapımcılarının bahsettiğiniz tehdidin farkında olduğunu düşünüyor musunuz?
Tüm bunlar İran'la kötü ilişkilere sahip olmanın gerektiği anlamına gelmiyor. İran, beraber yaşamak zorunda olduğumuz komşumuz. Ama şunu sormak meşrudur bence. Siz İran aleyhine bir tavır aldığınızda eleştirel bir şey yazdığınızda onlarca, yüzlerce e-mail alıp hakkınızda yazılar döşeniyorsa bu bir veridir. Zannetmiyorum ki İran'da Türkiye politikasını eleştiren bir yazı, televizyon programı ya da siyasi bir söylem değişik kesimlerden bu çapta bir tepki alabilsin. Bu durum Türkiye'nin İran'ın toplumsal katmanlarına yeterince nüfuz edemediğini fakat İran'ın bu topluma bir şekilde nüfuz edebildiğini gösterir. Beni endişelendiren unsur toplumlar arasındaki doğal etkileşim süreci değil, çok bilinçli bir şekilde yürütülen nüfuz yayma faaliyetleri.
İran firmaları sadece ticaret için türkiye'de olmayabilir
Bu tehdidin objektif verileri var mı?
TOBB'un rakamlarına göre İran, Türkiye'de sadece 2011 yılında 590 firma açmış. Bugüne kadar açtığı 2 bin 140 firma sayısında yüzde 41'lik bir artış söz konusu. Diyebilirsiniz ki Türkiye-İran ticaret hacmi büyüdü. Ticaret hacmi yaklaşık 11 milyar dolardan 15 milyar dolara çıktı. Bu rakamın da büyük kısmı ithal ettiğimiz doğalgaz ve petrolden kaynaklanıyor. Böyle bir iş için de İran'ın burada firma kurması gerekmiyor. Tek tek bilmediğim için o şirket böyledir bu şirket böyledir diyemem. Fakat İran ekonomisine nüfuz eden en güçlü odağın Devrim Muhafızları ve Bünyad'lara (Devrimden sonra güçlenen, rejim yanlısı, vergiden muaf, vakıflar) bağlı alt kuruluşlardır. Rafsancani döneminden itibaren İran'da yapılan özelleştirmelerin çoğu Devrim Muhafızları'nın kontrolündeki şirketlere verilmiştir. İletişim, ulaştırma enerji sektörlerindeki özelleştirmelerin yüzde kırkı özelleştirilmiş gibi yapılıp -bizdeki OYAK'tan daha güçlü şekilde- Devrim Muhafızları ve Bünyad'ların alt şirketlerine devrediliyor. İran ekonomisinin gerçekliği buysa, oradan çıkıp Türkiye'de açılan firmaları da siz düşünün.
İran ortaklığında Türkiye'nin menfaati nedir?
Bu konuda Türkiye'nin İran'dan ve diğer ülkelerden aldığı doğalgaz fiyatlarının karşılaştırılması fikir verebilir. İran'la ilişkilerimizin en iyi olduğu dönemde bile doğalgazı Rusya'dan aldığımızdan daha pahalıya aldık. Geçen haftaya kadar İran'dan doğalgazı bin metreküpünü 423 dolardan alıyorduk, Rusya'dan ise 418 dolardan alıyorduk. Oysa İran'ın bize duyduğunu varsaydığımız dostluk, bunun tam tersi olmasını gerektirirdi. Bu yetmiyormuş gibi İran bu rakamı geçen hafta 500 doların üstüne çıkardı. Tabii bu zammı özellikle Suriye'de Türk-İran görüş ayrılığından bağımsız olarak değerlendiremeyiz. Madem biz stratejik ortağız neden fiyat konusundaki en ufak bir anlaşmazlık uluslararası siyasi tahkime gitmek zorunda kalıyor? Esas dostluğu biz bu konuda Azerbaycan örneğinde görüyoruz. Oradan doğalgazın bin metreküpünü 280 dolara alıyoruz.
Bahsettiğiniz süreçte Türkiye'nin İran nükleer krizindeki arabulucu rolü etkilenir mi?
Müzakereler Türkiye ile başlamadı, Türkiye'yle de bitmez. Bu süreç 1990'lardan bu yana uluslararası kamuoyunun gündeminde. Müzakerelerde Türkiye'nin rolü Ankara'nın çevresindeki olaylara ilgisi anlamında anlaşılabilir ama kanaatimce sonuç alınabilecek bir süreç değil. 1970'lerde Şattü'l-Arap krizinde de Türkiye tarafların müzakereleri için ev sahipliği yapmıştı. İran ve Irak'ta yetkililer defalarca İstanbul'a geldi. Ama anlaşma 1975 yılında Cezayir'de imzalandı. İran o zaman da bu diplomatik aktivizmin meyvesini Türkiye'ye tattırmadı. Türkiye ve Brezilya tüm dünyayı karşılarına alıp 2010 yılında BM Güvenlik Konseyi'nde yaptırımlara 'hayır' oyu kullandı. Bunun ardından Ahmedinejad bir mitingde "Siz zannediyor musunuz ki uluslararası kamuoyu bizim nükleer programımıza karşı çıkıyor. Hayır, asıl Türkiye ve Brezilya'yı cezalandırmak için bu kararı aldılar." şeklinde Türkiye'yi aşağılayan bir üslup kullandı...
İran nükleer tesis yerine neden rafineri kurmuyor?
Bugün dünyada en çok merak edilen konulardan biri de İran'ın nükleer enerji elde etmek amacıyla sürdürdüğü programın aslında nükleer silah elde etmeye yönelik olması.
Dünyanın en zengin enerji kaynakları İran ve yakın bölgesinde var. Muazzam petrol ve doğalgaz kaynakları İran ihracatının yüzde 85-90'ini oluşturuyor. Fakat Çin'den ciddi miktarda benzin ve mazot ithal ediyor. Petrol ve doğalgaz ülkesi olarak ihtiyaç duyduğu enerjiyi ithal etmesi enteresan. Nükleer tesis kurmaya müsait teknolojiye sahip bir ülkenin rafineri kurmaya kafa yormaması bu sorunuzun cevabını oluşturuyor sanırım. Halbuki Humeyni yaşadığı müddetçe bu konuda katı bir duruşa sahipti. İran-Irak savaşında Irak kitlesel katliamlara yol açan kimyasal silah kullanmasına rağmen Humeyni, İran'ın kitlesel silah kullanmasını yasakladı. Devrimden hemen sonra da zaten nükleer programı durdurmuştur. Humeyni'nin ölümünden hemen sonra, dini hiyerarşideki konumu yetmediği halde Ayetullahlık verilerek dini rehber konumuna yükseltilen Ali Hamaney diğer kitle imha silahlarının üretimi ve nükleer program için fetva vermiştir.
90'larda İran-Türkiye ilişkilerindeki önemli maddelerden biri İran'ın radikal örgütlere verdiği destek. Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik aydınlara yönelik suikastların arkasında İran olduğu iddia edildi.
Radikal terör örgütlerine dair bir gerçeklik var bir de oluşturulmuş suni gerçeklik var. İran'ın 80'lerden itibaren Kürtçü ve radikal örgütlere destek verdiği bir gerçek. Ama bu geçmişte yaşanan bütün faili meçhullerin arkasında İran'ın olduğunu göstermez. Derin devlet çeteleri psikolojik harp unsuru olarak bazı işler yapıp, laik sistemi güçlendirmek için anti-laik olan İran rejimine yönelik kışkırtılan tepkilerle bunların üstünü örtmeye çalıştı. (…)
28 Şubat'ın engellediği tez
'İran: Tehdit mi, Fırsat mı?' kitabının içeriği kadar yazılış hikâyesi de oldukça ilgi çekici. Bülent Keneş, 'Batı basınında İslam imajı' konulu yüksek lisans tezini hazırladığı Marmara Üniversitesi Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Enstitüsü'nde başladığı doktora çalışmasından 28 Şubat postmodern darbesinin getirdiği olumsuzluklar nedeniyle vazgeçmek zorunda kalır. Keneş, akademik çalışmalarına 2009 yılında çıkan öğrenci affından yararlanarak devam etme kararı alır. Böylece ilk danışmanlığını Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun yaptığı 'İran Dış Politikasında Süreklilik ve Değişim (1979-2011)' adlı doktora tezini ancak 14 yıl sonra 2011'de tamamlar. Birkaç ay sonra da doktora tezinin bir kısmını kitaplaştırarak okuyucuların istifadesine sunar.
Humeyni fırsattı, heba edildi
Kitapta Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Humeyni'yi Şii-Sünni yakınlaşması açısından fırsat olarak gördüğüne yer vermişsiniz.
Hocaefendi fırsat demiyor. Fırsattı heba edildi, diyor. Aslında Şii-Sünni yakınlaşmasında Sünnilerin Şiilere yakınlaşması gibi bir durum yok. Şiilerin mübarek saydığı, saygı duyduğu bütün İslam büyüklerine, Sünniler onların olması gerektiği konumda kabul ederek, saygı duyuyor. Hz. Ali'ye ve Şiilerin 12 imam olarak tabir ettiği ehli-beyt mensuplarına, Hz. Hasan'a, Hz. Hüseyin'e Sünnilerden sadece coşkun bir aşk ve sevgi bulursunuz. Burada giderilmesi gereken sıkıntı, Şiilerin Hz. Ali dışındaki Raşit Halifelere hakaret etmesi, lanetlemesi Hz. Aişe'ye olmadık iftiraların atılması; Bekir, Ömer, Osman isimlerine bile alerji duyulması. Bu heterodoks algının düzeltilmesi için eğer birileri bir şey yapabilecekse bu Humeyni'ydi. Onun karizması, gücü, entelektüel seviyesi buna müsaitti. Toplum da onun telkin ettiği argümanları almaya müsaitti. Bugün aynı karizmaya sahip, aynı etkiyi yapabilecek bir liderin gelmesi neredeyse imkânsız.
ZAMAN
HABERE YORUM KAT