Kendimiz değişebilir miyiz?
Yeri geldikçe dile getirmeye çalıştığımız temel bir tez var: Sosyal bilimcilerimizin, siyasetçi ve iktisatçılarımızın görmezlikten geldiği bu teze göre "Batı'nın bize önerdiği, önermekle yetinmeyip çeşitli emredici, taşıyıcı ve empoze edici araçlarla uygulatmaya çalıştığı reform paketleri"nin Batı'nın bugünkü refah seviyesinin, ekonomik zenginlik ve askerî hegemonyasının devamıyla bir ilişkisi var.
Kısaca biz bu reformları benimseyip sosyo-ekonomik, idari ve politik yapımızı değiştirmedikçe Batı mevcut refahını ve üstünlüğünü devam ettiremez.
Dikkate almamız gereken bir nokta, bu süreçte söz konusu üstünlük devam etmekle kalmıyor, giderek Batı ile aramızdaki mesafe açılıyor, giderek kapanamaz boyutlara ulaşıyor.
(Japonya, Kore ve Çin deneyimleri bu doktrinden bağımsız değildirler, ayrıca ele alınmaları gereken tecrübelerdir; bizim burada özel olarak üzerinde durduğumuz İslam dünyası-Batı arasındaki eşitsiz ve adaletsiz ilişkidir.)
Yakından bakıldığında Batı'nın anlaşılabilir sebeplerle bize empoze ettiği kalkınma programları, modernleşme politikaları vs.nin tek şematik reform paketine dayandıkları görülür. Bu hem kendi tarihî tecrübesinden süzdüğü paketlerdir, hem onun avantajlarını korumaya matuf olduklarından doğal olarak bize tek-şematik bir program önermektedir.
Ancak söz konusu programlar ve paketler sosyo-kültürel açıdan kadim kültürler, gelenekler, beşeri tecrübeler, örfler ve gelenekler arasındaki farklılıkları, dolayısıyla çeşitlilik ve zenginliği ortadan kaldırıp yeryüzü gezegenini standartlaştırıyor. Mesela modern Batı kent modelinin esas alındığı inşaat faaliyetleri ve kentsel dönüşüm projelerinde ortaya çıkan yerleşim düzenleri birbirinin tıpatıp aynısıdır. Dünyanın her yerinde ikiz şehirler ortaya çıkmaya başladı. Bir yanda her medeniyet ve kültür havzasının biri diğerine benzemeyen kadim şehirleri -ki bunlar giderek metruk ve mahcur hale geliyorlar- diğer yandan yanaşık düzenden ve dikey yapılaşma esasına dayanan modern Batı kent modelleri. Bu yüzden mesela TOKİ, Afrika'dan ve Venezuela'dan bile iş teklifi alabiliyor.
Tek bir kalkınma ve gelişme modeli sivil ve demokratik katılıma dayanmaz. Gerisinde emredici politikalar yatar; bundan dolayı söz konusu reformlar katı veya yumuşak 'baskı rejimleri'ni öngörmektedirler. Söz konusu reform ve değişim zihniyeti bu yönde devam ettikçe İslam dünyası hiçbir zaman otokrat veya dikta rejimlerinden kurtulamaz. Nitekim bu rejimlerin arkasında Batı'nın desteği olduğunu artık Batılılar da itiraf ediyor. Batı, kendisinin oluşturmadığı sosyal ve kültürel taleplere, ekonomik iyileşme ve siyasi ıslahat hareketlerinin hiçbirine destek vermez, vermediği gibi gayri meşru ilan eder; içeride de kendi eğitiminden geçirdiği ve kendi idealleriyle yetişmiş ulusal aydınlar zümresi üzerinden hemen teftişe geçer, bir milim kendi halklarının tarihi ve medeniyet köklerine iyi nazarla bakan iktidarları sorgulamaya başlar. Aydın despotizminin (mesela Türkiye) yetmediği yerlerde meşru seçimleri iptal ettirir (Cezayir ve Filistin), direnenleri askerî işgallerle yola getirir. Batı, bilimi, düşünce faaliyetini, akletme yöntemini ve kültürü tekleştirip küresel hegemonyanın besleyici kaynaklarına dönüştürüyor. Onun çoğulculuğu asli paradigmasının liberal, sosyalist veya milliyetçi dil farkıyla ifade ve temsil edilmesinden ibarettir.
Bizim köklü ve kapsamlı reformlar yapmamız zarurettir. Ancak 200 senedir bizim eğitim kurumlarımız, üniversitelerimiz, bürokrasimiz, aydınlarımız, medyamız hacr altındadırlar. Geldiğimiz noktada kendi imkânlarımız, bize özgü referans kaynaklarımız ve usulümüzle (metodoloji) bilgi üretme, sorunlarımızı teşhis etme, kısaca düşünme ve aklımızı kullanma yetimizi kaybetmiş bulunuyoruz. Batı'nın aklıyla düşünüyor, onun tarihî tecrübesinden imbiklenen hasılaya hayranlık duyuyor, ona benzemeye, onu taklit etmeye çalışıyoruz. Ama hiçbir kopya, orijinal nüshanın yerini tutamaz. Batı bizi kendi öngörülerine göre değiştiriyor, biz kendimiz değişebilir, değiştirebilir miyiz? [email protected]
ZAMAN
YAZIYA YORUM KAT