Kemalizm kıskacında…
Büyük Aile Platformu adıyla organize olan yüzlerce sivil toplum kuruluşu, 17 Eylül’de Lgbt karşıtı bir yürüyüş tertipledi. Yürüyüş öncesinde yayınlanan kamu spotunda aynen şu ifadeler geçiyordu: “Bu gidişe dur denmezse gelecekte 23 Nisan ve 19 Mayıs bayramlarını kutlayacak çocuk ve gençlerimiz olmayacak.”
Kuruluş manifestosunda: “Din–dil–ırk–mezhep–siyasi görüş–yaşam tarzı–ideoloji fark etmeksizin” ön kabulüyle aile kurumunu ön plana çıkartan muhafazakâr tabanlı bu platform, doğru bir farkındalıkla sapkınlık dayatmasına karşı çıkarken; başka bir ideolojinin dayatmalarına sığınma ihtiyacı duyuyordu.
Kim bilir, belki de bu ideolojiyi bir üst kimlik olarak benimsemişlerdi.
Cehaletin hâkimiyet alanı sürekli genişliyor. Çünkü kural çok net: değiştiremezsen, değişirsin! Bir de bakarsın, zıddına inkılap etmişsin farkına varmadan.
Örneğin; bir zamanlar Anıtkabir’e alınmayan örtülü hanımların, “kadınlara seçme ve seçilme hakkı” bahşeden “atalarını ziyaret etme imkânı” elde etmelerini de kazanımlardan sayar mıyız bilemiyorum. Düne kadar hem muhafız alayı askerlerinin, hem de M. Kemal’in askerlerinin müdahalesine maruz kalan örtülü hanımlar artık Anıtkabir’de “kirlilik” meydana getirmiyorlar demek ki!
Oysa gerçek örtülü kadınların orada işi olmazdı zaten! Kıblesi belliydi onların. Ancak bazıları için dâva sırf Anıtkabir’e girmek davasıymış!
Kaldı ki; 1934’te 17 kadın nasıl girecekleri, ne yapıp ne yapmayacakları belli şekilde meclise alınmış. Nasıl peki? Başını açarak! Kıyafetini tepeden tırnağa değiştirerek! Kravat takarak! Bir erkekten ayırt edilemeyecek şekilde!
Mamafih bu tepeden inme değiştirme dayatmasının olduğu günü: “Benim kıyafetime dokunma!” “Tesettürüme karışma!” “Kimliğim şerefimdir, değiştirme” diyerek gündem yapması gerekenler Anıtkabir’e girme yarışına katılıyorlar?
Ama gerekçeleri var. Atatürk ilk defa Ankara’ya geldiğinde önce Hacı Bayram-ı Veli Türbesine gitmiş, dua etmiş, 23 Nisan 1920’de Meclisi Cuma günü kurbanlarla açmıştı.
Sonra mı? Hacı Bayram türbesi dâhil bütün türbeler kapandı. Memlekete tek türbe yeterdi, ona da malum teamüle uyarak “mozole” denildi! Ama bizim muhafazakârlar hala dua, Cuma ve kurban kısmındalar.
“Muhafazakâr demokratlar”, “muhafazakâr milliyetçiler” oldu ve giderek “muhafazakâr Kemalizm’e” eviriliyorlar. Kitlesel temayüllere ve güç odaklarının arzularına göre sürekli nitelik değiştirenler, varlık problemi yaşamamak adına ilke ve değerleri hiçe sayıp pragmatist siyasete yenik düşüyorlar.
Burada sorun siyasetçilerde değil kitlelerin durumu normalleştirmesinde yatıyor. Kitleler derinden derine mankurtlaştırılarak siyaset erkiyle terbiye ediliyor. Sonra “kitle böyle istiyor” söylemleriyle, değişim herhangi bir reaksiyonla karşılaşmadan kendiliğinden oluveriyor.
“Aile yürüyüşüne” katılan kaç insan Kemalist dayatmaların farkına varmıştır acaba? Kaç kişi, “Evet benim için ailem önemli, çocuklarımı cinsi sapkınlıktan koruduğum kadar ideolojik sapkınlıktan da korumalıyım” demiştir.
Çocuklarımızın fıtri bütünlüğü önemlidir. Çünkü bu her şeyden önce bir itikat meselesidir.
M. Kemal pragmatist bir adamdı. Bu pragmatist tavır sayesinde, her kesimin kendine ait bir kesit bulup onu genelleştirerek kendisine mal etmesi zor olmadı. Müslümanlar için ilk meclisin dualarla açılması, Balıkesir hutbesi; milliyetçiler için kafatası ölçümleri ve ezanın Türkçeleştirilmesi; sosyalistler için antiemperyalist konuşmalar, sosyalist parti kurdurması onu kendilerinden görmek için yeterliydi.
Ama onun pragmatist olmayan tek bir yönü vardı, Batıcılığı. Onun asıl icraatları yazının değişmesi, hilafetin kaldırılması, Batı’nın yaşam tarzına aykırı her davranış, kıyafet ve fikrin yasaklanması, medrese ve tekkelerin kapatılmasıydı. Bu uygulamaların benzerlerine ancak faşist diktatörlerin iktidarlarında rastlanıyordu.
İlk meclise başında kalpakla, hutbelerle “seçilen” vekiller güç elde edilince tasfiye edildi. İkinci meclis İngiliz melon şapkası ve redingotlarıyla “atanan” vekillerden oluşuyordu.
Kitlelere hiçbir zaman ümit vermeyen, gücünü giderek yitirdiğini düşündüğümüz sönmüş Kemalizm, son yıllarda yeniden karabasan gibi toplumun üzerine çöktü. Belki CHP tek parti devrinden kalan katı, jakoben Kemalist Batıcılık yok ama sağcı muhafazakar partilerin Kemalist tavrı canlılığını koruyor.
Öyle ki, Kemalist hedefte giderek aynılaşan ancak yöntem farklılıklarını öne çıkartarak birbirlerini suçlayanlar; “Asıl Atatürkçü biziz!” yarışında galip gelerek iktidarlarını sağlamlaştırmaya çalışıyorlar.
Sağcı muhafazakâr partilerin yöntemi daha bireyci, özgürlük kavramını öne çıkaran, içe dönük dini anlayışı reddetmeyen yumuşak ama köklü değişimci tavrıdır. Dolayısıyla zorlama, toplumun genelinde tepki ve içe kapanma oluştururken, köklü yumuşak değişim toplumda çok daha etkili oluyor. Kaynar suya atılınca sıçrayarak kaçan, yavaş yavaş kaynatılan suya atılınca haşlandıklarının farkına varmayan kurbağa misali.
Dolayısıyla sağ muhafazakâr ideoloji, modern Türk siyasetinin en başat akımlarından biri olarak mevcut nizamın kurucusu olmasa da, taşıyıcı unsuru oluyor. Her ne kadar sistemin temel ideolojisini onlar belirlemese de muhafaza etmek, bir şekilde hayatiyetini sürdürmek muhafazakâr iktidarların payına düşüyor.
Muhafazakâr ideoloji, görüntüye ve belagate rağmen temelde toplumsal talepleri minimum düzeyde siyasete aktarıyor, başka bir ifadeyle toplumsal talepler karşısında baraj işlevi görüyor.
Bayrakla birleştirilerek sanki milliymiş gibi takdim edilen, yasalarla tartışılmaz kılınan, beşikten mezara kadar tekrar edilerek iğdiş edilmiş nesillere benimsetilen bu yöntem öykünmeci, katilini sevdirici, gerçek milliliği ve dindarlığı bitirici bir olguya dönüşüyor. Maalesef göl maya tuttu. Artık toplumda Kemalizm’den rahatsız olanların sayısı yok denecek kadar az.
Her sıkışan iktidar, Alaeddin’in sihirli lambasından çıkan devi çağırmak zorunda kalıyor. İçte ve dıştaki vesayetçi yapı Batılılaşma hedefini aksatmadan sürdürmek için Kemalizm’in milliyetçi, muhafazakâr versiyonunu sürekli vizyona sokuyor. Muktedir olamayan siyasi iktidar, en hafifiyle mecbur olduğu için yeni baştan Kemalizm’e tutunuyor. Bu yüzden muhafazakâr siyasetçiler, bir kaç popülist söylem dışında dini referanslara başvurmuyorlar.
Bugün Türkiye’de siyasal anlamda piramidin tekrar tersine döndüğü bir süreç yaşanıyor. Batılılaşma adına toplum mühendisliği uygulanırken; toplum ve muhafazakârlar hızla sekülerleşiyor.
Artık muhafazakâr karakterli toplumda dini muhteva, dini düşünüş ve yaşayış biçimi canlı değil. Öyle olsaydı, kendisine sığınan insanlara ırkçı ve ayrımcı tavır takınmalarını bırak, kimsenin buna cesaret etmesi mümkün olmazdı.
İktidardan beklentilerin hayli yüksek tutulması ve iktidarın bu talepleri karşılama gerekçesi iktidarda kalma aracına dönüştü. Fark edilmeyen, görmezden gelinen husus ise büyük ve muhayyel hedefler göstererek konumun mutlaklaştırılması ve iktidarı elde tutmak için temel değerlerin göz ardı edilmesi, daha da vahimi iptal edilmesidir.
Siyaset yüce hedeflerin taşıyıcı mekanizması yapılınca, işleyişteki arızaların görmezden gelinmesi, mazur görülmesi ve zamanla makulleşmesi kaçınılmaz bir zaaf olarak tezahür edecektir.
Muhayyel hedefler adına; tarihin, insanın, değerlerin üstünde tutulan siyasetin ve dolayısıyla onun davranış kodlarının içselleştirilmesi dini ve ahlakı da araç durumuna indirgeyecektir.
Dolayısıyla son zamanlar hem çürütücü hem de öğütücü bir siyaset tarzıyla muhatabız. Muhafazakâr siyaset sadece sistemi yaşatmakla kalmıyor, değer ve ilkelerin de içini boşaltıyor. Bir an önce asli talep ve hedeflerimize dönmek, Allah’ın rızasına uygun bir sistem için çabalarımızı sıklaştırmamız gerekiyor. Onurlu bir toplum ve yaşam için bundan başka çaremiz yok…
YAZIYA YORUM KAT