Kaybeden de suçlu kazanan da...
Hassan Hassan ve Kareem Shaheen, Hasan Nasrallah'ın tartışmalı biyografisi hakkında detaylı bir makale kaleme aldılar. Nasrallah'ın Suriye'de gerçekleştirdiği katliamlarla 2006'daki sembolik konumunu nasıl kaybettiği inceleniyor.
Hassan Hassan & Kareem Shaheen / New Lines Magazine
Bir dönemin sonu: Nasrallah suikastı Ortadoğu için ne anlama geliyor?
Hasan Nasrallah’ın Cuma günü İsrail saldırısında öldürülmesi, Mayıs 2011’de Usame bin Ladin’in, Ocak 2020’de İranlı General Kasım Süleymani’nin ve bölgenin şiddet dolu modern tarihini şekillendiren diğer önemli figürlerin öldürülmesinden bile şok edici. Nasrallah’ın ölümüyle birlikte, etkisi Hizbullah, İran ve “Direniş Ekseni”nin çok ötesine uzanan bir figürün düşüşüne tanık oluyoruz.
Hem düşmanları hem de takipçileri için Nasrallah çok büyük bir figürdü ve Arap dünyasında Cemal Abdül Nasır’ının efsanevi karizmasına rakip teşgil eden bir yer işgal ediyordu. Nasır’ın mirası pan-Arap milliyetçiliğiydi. Bölge genelinde birleştirici bir figürdü. Buna karşın Nasrallah, İran’a sıkı sıkıya bağlı Şii-İslamcı bir çerçevede faaliyet gösterdi ancak etkisi çoğu zaman mezhepsel sınırları aştı. Ölümü bölgedeki güç ekseninin kalbini vurdu ve kolay kolay kontrol altına alınamayacak dalgalanmalar yaratacak.
Bu türden figürleri sadece taşeron ya da stratejist odlarak görenler Nasrallah’ı muhtemelen 2020’de bir ABD insansız hava aracı saldırısıyla öldürülen Kasım Süleymani gibi figürlerle karşılaştıracaklardır. Hatta meseleleri bu şekilde değerlendirenler, Süleymani’nin öldürülmesinin İran için Nasrallah’ın kaybından daha büyük bir darbe olduğu sonucuna bile varabilirler. Ancak bu, Süleymani’nin aksine Nasrallah’ın bölgede sahip olduğu duygusal etkiyi göz ardı etmek olur. Bu karşılaştırma, Nasrallah’ın ölümünün Hizbullah ve İran eksenine neden daha ciddi zarar vereceğini göstermesi açısından faydalı.
Süleymani, İran’ın dış askeri müdahalelerini düzenleyen ve bölgedeki güç dengesini şekillendiren önemli bir figürdü. Başta İran’la derin bağları olan milisler olmak üzere devlet ve devlet dışı aktörlerden oluşan geniş bir ağın yönetiminde etkili oldu. Süleymaninin İran-Irak savaşı sırasında ve sonrasında iktidara gelen Şii İslamcılardan yararlanma yeteneği İran’a Irak, Suriye ve ötesinde eşi benzeri görülmemiş bir nüfuz gücü sağladı. Süleymani nihai bir iş bitirici, kurnaz bir taşerondu – ama o her zaman başkaları tarafından inşa edilen bir yapı içerisinde kaldı ve rolünü oynadı.
Nasrallah ise bir taşerondan çok daha fazlasıydı. O bir modeldi, bir plandı. Nasralların karizmayı ve bir yandan da askeri komutan, siyasi lider ve kültürel ikon rollerini birleştirebilme yeteneği onu farklı bir lige yerleştirdi. O sadece bir sistem içinde çalışmadı; sistemin yaratılmasına yardımcı oldu. Hizbullah, İran tarafından beslenen ancak Lübnan’da tabandan gelen bir hareketti ve Nasrallah onu İsrail’e meydan okuyabilecek ve bölgedeki çatışmaların gidişatını şekillendirebilecek müthiş bir güce dönüştürdü. Nasrallah, Hizbullah’ın çok ötesine uzanan milisler ve İslamcı gruplar için ideolojik ve operasyonel bir şablon sağladı. El Kaide ve IŞİD gibi aşırılıkçı gruplar bile Hizbullah’ın askeri eylemleri siyasi meşruiyet ve kitlesel seferberlikle birleştirme becerisini taklit etti ve hatta Nasrallahın tarzını ve kişiliğini de taklit ederek oyunu onun kurallarına göre oynamaya çalıştılar.
Nasrallah, sevelim sevmeyelim, eşi benzeri olmayan biriydi. 2000 yılında İsrail Güney Lübnan’ın çoğundan çekildiğinde, Emirliklerin resmi gazetesi Al-Ittihad, Nasrallah’ın zaferini 1973’deki Yom Kippur savaşının efsanevi ruhuyla karşılaştıran bir karikatür yayınladı. İnsanlar 2006 yılında Nasrallah’ın “ilahi zafer” konuşmasını izlemek için televizyonun başına toplandıklarını ve Lübnan halkını bir İsrail savaş gemisi füzeyle vurulurken pencerelerinden dışarı bakmaya çağırdığını hala hatırlıyor.
Karizması ve kurnazlığının yanı sıra aldatma konusundaki becerisi de benzersizdi. Sözleri hem yüceltildi hem de hafızalara kazındı – 1990’larda İsrail’in gücünün bir “örümcek ağından” daha az olduğunu söylemesi, İsrail’e karşı savaşan milislere iki nesil boyunca cesaret verdi ve hatta İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu Nasrallahın ölümüyle sonuçlanan saldırıyı duyururken bunu alıntıladı. Yanlış telaffuz ettiği R’leri, kalkık kaşları ve takipçilerinin bağlılık bildirileri Whatsapp sticker’ı olacak kadar popüler kültüre indi. Bunu 2005 yılında Nasrallah’ın, sonraki süreçte Lübnan başbakanı olacak olan Saad Hariri’nin babasının Beyrut’daki devasa bir bomba yüklü kamyon patlamasında hayatını kaybetmesinin ardından onu ilk teselli edenler arasında olduğu gerçeğinin yanına koyun. Özel bir uluslararası mahkeme daha sonra aralarında örgütün üst düzey askeri komutanı Mustafa Bedreddin’in de bulunduğu beş Hizbullah üyesini bu suçla itham edecekti.
Bu anlamda Nasrallah’ın ölümü Süleymani’ninkinden çok daha önemli. Süleymani, arkasında İran Devrim Muhafızları mekanizması olduğu için etkiliydi. Nasrallah ise Hizbullah’ın mekanizması, yüzü ve ruhuydu. Onun ölümü sadece yetenekli bir stratejistin kaybı değil, otuz yılı aşkın bir süredir bölgeye canlılık kazandıran bütün bir direniş anlatısının bozulması anlamına geliyor.
Nasrallah’ı Arap dünyasında kutuplaştırıcı bir figür haline geldiğini kabul etmeden tartışmak mümkün değildir. Onun hikayesi iki parçadan oluşuyor. İlkinde Nasrallah, özellikle Hizbullah’ın 2006’da İsrail’le yaptığı savaştan sonra Arap kamuoyunun kahramanı oldu. İsrail saldırganlığına karşı durabilecek son Arap lideri olarak, hükümetlerinin İsrail’e karşı koyamamasından dolayı ihanete uğradığını düşünen milyonlar için bir haysiyet sembolüydü.
Nasrallah imajı Arapların kalplerinde ve zihinlerinde partinin Suriye’deki kibirli fetih arzuları ve savunulamaz olanı savunması nedeniyle yıkıldı.
Arap Baharı ve Suriye’deki çatışma Nasrallah’ı bölgesel bir kahramandan bölücü, hatta hor görülen bir figüre dönüştürdü. Suriye’deki kanlı iç savaşta Hizbullah’ın ağırlığını Esad’ın desteklemek için kullanma kararı ve Irak ile Yemen’deki mezhep çatışmalarına müdahil olması, Nasrallah’ın mirasını sonsuza dek lekeledi. Bir zamanlar Arap birliğinin simgesi iken, mezhep savaşının yüzü haline geldi ve eylemleri özellikle Suriye ve Körfez’deki Sünni Araplar arasında derin bir öfkeyi körükledi.
Ancak popülaritesi azalsa da etkisi devam etti. Suriye’deki çatışmaya Esad’ı desteklemek için girme kararı sadece taktiksel bir hamle değil, varoluşsal bir hamleydi. Nasrallah için Esad rejimini korumak İsrail’e karşı Direniş Ekseni’ni sürdürmek için elzemdi. İran, Suriye, Hizbullah ve müttefik milisleri birbirine bağlayan bu eksen, on yıllardır bölgedeki İsrail karşıtı çabaların bel kemiğini oluşturuyordu. Esad olmadan bu eksen parçalanır. Nasrallah olmadan ise tamamen çökebilir.
Nasrallah’ın ölümü modern Arap tarihindeki bir başka bölücü figürü akla getiriyor: Saddam Hüseyin. Nasrallah gibi Saddam da hem meydan okumanın hem de vahşetin sembolüydü. Korkunç eylemlerine rağmen bazı çevrelerde Arapların onurunun savunucusu olarak saygı gören bir adam ve İsrail’e açıkça kafa tutan son Arap liderdi. Diğerleri için ise Kürtler ve Şiiler de dahil olmak üzere kendi halkına karşı tarifi mümkün olmayan sadistik zulümlerden sorumlu bir savaş suçlusuydu.
Nasrallah’ın anısını da muhtemelen aynı ikilik kuşatacaktır. Sevenleri için, özellikle de Lübnan’da, İsrail işgali ve saldırganlığına karşı direnişin sembolü olan sadık bir liderdi. Ancak pek çok Suriyeli içinse sonsuza dek Esad rejiminin vahşetiyle ilintilendirilecek. Nasrallahın mirası hem direnişin hem de baskının, hem onurun hem de yıkımın mirasıdır.
Son eylemi, İsrail’e karşı bir siper olarak 2011 öncesi imajını kurtaraacaktı. Nasrallah, İsrail’e karşı bir Arap gücü tarafından yürütülen en uzun savaşı başlatarak, son 12 ayda eski imajını (Suriyelilerin öldürülmesi ve katledilmesindeki rolünü affetmeye istekli) birçok kişi arasında geri kazandı. Bu anlamda, ölümü kendisi ve takipçileri için tam zamanında geldi: Esad’ın yanında değil, Gazze’deki Filistinlilerin yanında verdiği mücadelede can verdi.
Ancak pratik anlamda bu, ölümünün kendi grubuna ve İran’ın başını çektiği daha geniş ittifaka vereceği zarar gerçeğini değiştirmeyecektir.
Böylesine önemli olayların ortasında soluklanıp son birkaç yılda ve son aylarda yaşanan, hatta oyunun kurallarını değiştiren bir dizi gelişmeyi değerlendirmekte fayda olduğu kanaatindeyiz.
Uzun zamandır çatışmaları körükleme riski olarak görülen ve birçok Amerikalı karar vericinin kendilerine sorulduğunda reddettiği Süleymani suikastı, son zamanlarda yaşanan bir dizi yüksek profilli cinayetin kapısını açtı. İsrail’in Tahran’da Hamas lideri İsmail Haniye’yi hedef alması, pek çok kişinin bölgesel bir savaşı tetikleyeceğini düşündüğü şok edici bir süreçti. Ardından Hizbullah’ı derinden sarsan ve bir ev ya da binayı hedef almaktan çok daha ürkütücü bir etki yaratan çağrı cihazı ve telsiz saldırıları geldi. Bu saldırıları Hizbullah’ın üst kademesinin neredeyse tamamının ortadan kaldırılması izledi. Nasrallah’ın öldürülmesi bütün bunların en büyüğü. Bu durum Esad, Husi liderler ve İranlı liderler gibi diğerlerinin de İsrail tarafından hedef alınmasını ihtimal dâhiline sokuyor.
Nasrallah’ın ölümü Hizbullah ve daha geniş çaplı İran ekseni için derin bir kriz anlamına geliyor. Hizbullah, İsrail’in son dönemde tırmandırdığı ve örgütün lider kadrosunun büyük bölümünü yok eden saldırılar nedeniyle önemli ölçüde zayıfladı. Örgüt, İsrail’le her zaman oynadığı alışılagelmiş sınırlı çatışma oyununu oynama kabiliyetini yanlış hesapladı zira bu kez İsrail kuralları değiştirdi. Nasrallah’ın yirmi yıldır, özellikle de 2006 savaşından bu yana geliştirdiği saldırı stratejisi İsrail’in lehine değişti.
Uzmanlar genellikle Hizbullah gibi örgütlerin yok olmadığı ve en üst kademelerinin sistematik olarak imha edilmesiyle ciddi bir değişikliğe uğramadığı fikrine sarılırlar çünkü bu örgütler bir şekilde ayakta kalmayı başarıyor. Yine de bu, İsrail için tartışmasız bir zaferdi ve muhtemelen baş düşmanını aşağılamaya devam etme fırsatı sunacak bir şey.
Dahası, Nasrallahın ölümü İran’ın bölgesel nüfuzunun eşi benzeri görülmemiş bir baskı altında olduğu bir döneme denk geliyor. Hamas Gazze’de geriletildi, Esad rejimi sessizce Arap dünyasına yeniden entegre olmaya çalışıyor ve hem İran hem de Lübnan büyük bir ekonomik baskı altında. Suriye’nin bölgeye ve 2011 öncesindeki İran ve Suudi Arabistan arasındaki dengeleyici güç statüsüne dönüşü muhtemelen devam edecek. Bu bağlamda Nasrallah’ın ölümü bir liderin kaybından öte, İran’ın bölgesel stratejisinin merkezinde yer alan istikrar sağlayıcı bir gücün kaybı anlamına geliyor.
Hizbullah’ın bir yıl sonra nasıl görüneceğini, Suriye’deki militanlarına ya da komuta yapısına ne olacağını, yönetimi kimin devralacağını ve Lübnan devletini ve sınırlarını geri alıp alamayacağını henüz kimse bilmiyor. Ancak İran’ın Nasrallah’ın yerini doldurabileceği şüpheli. Süleymani’nin ölümü İran’ın Irak ve Suriye’deki operasyonlarında nasıl bir boşluk yarattıysa, Nasrallah’ın ölümü de Hizbullah’ı birleştirici bir güç olan karizmatik liderinden yoksun bıraktı. Halefleri onun ağırbaşlılığına sahip değil ve onsuz Hizbullah bütünlüğünü ve etki gücünü korumakta zorlanabilir.
Nihayetinde Nasrallah’ın ölümü Orta Doğu’da bir sayfanın kapanması anlamına geliyor. Saddam ve Nasır gibi onun mirası da nesiller boyunca tartışılacak. Hem bir direniş kahramanı hem de mezhepsel bölünmenin bir sembolü olarak hatırlanacak. Ancak bölge ve İran ekseni üzerindeki etkisi yadsınamaz. Nasrallah’sız Orta Doğu yapısal olarak farklı bir yer demektir. İran, Hizbullah ve düşmanlarının onun yokluğuna nasıl tepki verecekleri ise bölgenin geleceğini önümüzdeki yıllarda şekillendirecektir.
Nasrallah’a ilişkin bu ikircikli durumlar, suikastın yarattığı ve Lübnan’da tetiklediği karışık duygusal tepkileri anlamanın anahtarıdır.
Nasrallah gibi şahsiyetler bölgede benzersiz olmaya devam ediyor çünkü saçtıkları zulümlere rağmen bölgenin sefalet içindeki ekonomilerinde Amerikan doları kadar değerli bir şeye sahip olduklarını iddia ediyorlar. Mevzubahis bu şey onurdur. Hem Nasır hem de Nasrallah kendi halklarına ve kendilerinden uzaktaki birçok millete inanılmaz bir sefalet yaşattılar ama İsrail’i rahatsız etmeyi de başardılar. Elbette Nasır Yahudi devletine karşı girdiği her savaşı kaybetti ve Nasrallah da geçtiğimiz on yılın büyük bir bölümünü, Hizbullah’ın ülkeyi ele geçirmesine karşı çıkan Lübnanlı muhaliflerin çoğunu öldürdükten sonra milislerine Suriyeli sivilleri açlıktan öldürme emri vererek geçirdi. Ancak Nasrallahın ölümüne neden olan bombalama eylemi, bir meşru müdafaa eylemine karşılık olarak gerçekleştirilmedi. Aciz Arap liderlerinin Tel Aviv’le birlikte Gazze’yi abluka altına almak için komplolar geliştirirdiği ya da uzaktan son derece güvenli bir şekilde samimiyetsiz açıklamalar yaptığı düşünüldüğünde, Nasrallahın ölümüyle sonuçlanan saldırı Gazze’yle dayanışma amacıyla uygulamaya konulan kuzey İsrail’in bombalanmasına verilen bir karşılıktı.
Nasrallahın ölüm şekli de önem arz etmekte. Hizbullah’ın kendi seçmenlerine, Suriyelilere ve soğukkanlılıkla öldürdüğü liberal politikacılara karşı işlediği suçların intikamının, Beyrut’un en yoksul bölgelerinden birinde tüm yerleşim bloklarını yerle bir eden 2.000 kilo ağırlığındaki bombalar şeklinde alınması, adaletsiz bir çağın ironik bir sembolü olarak hafızalarımızda kalacak. Yani, O 2.000 kilo ağırlığındaki bombaları atanlar Gazze’de katliam saçan, Arap sivillere karşı sayısız suç işleyen ve faşizme kayan bir devlet ideolojisine sahip bir grup aşırılıkçı lider tarafından yönetilen bir ordu aracılığıyla gerçekleştiriliyor.
Nasrallah’ın ölümü, çeteler arası şiddetin günün sonunda Corleone ailesinin rakiplerinin eş zamanlı ölümüyle nihayete erdiği Godfather filminin sonuna çok benziyor. Kaybeden çete çok uluslu bir suç örgütüydü ama kazanan da öyleydi.
Bu makale Hasan Ayer tarafından Serbestiyet için tercüme edilmiştir.
HABERE YORUM KAT