Kavramlar tefekkür etmenin eşiğidir...
Fatma Barbarosoğlu genç yaşta insanlar diyaloglarından elde ettiği bir takım neticeleri okurları ile paylaşıyor.
Fatma Barbarosoğlu / Yeni Şafak
Hayat yoldaşı olarak kitaplar, kavramlar: “Ortadan Kaybolma Sanatı”
Bazen gençlerin “her şeye geç kalmışlık” duygusu altında aşırı bitkin düşüşüne tanık oluyorum. 22 yaşındaki bir genç kız “Sizi okumak için çok geç kaldım” demişti Üsküdar Kitap Fuarı’nda. Oysa kendisiyle “tam da vaktinde” tanışmıştık.
Seçenekler çoğaldıkça insanlar seçmediklerine geç kaldığını düşünüyor ya da yanlış olanı seçtiği için vaktinin boşa gittiğini. Bu marketten alınan bir paket nohut, henüz tanışılan birisi ya da henüz haberdar olunmuş bir kitap için dahi böyle.
Bendenizi en çok ilgilendiren kısım, elbette mesleki olarak bir kitaba geç kalmış olmak bahsi. Rakamların dünyasına hapis olduğumuz için iyi olanı, doğru olanı sayısal performanslarda arıyoruz. Kitap okuyanların değil, okuduğu kitapların fotoğrafını çekip paylaşanların dünyasında elbette “o kitabı herkesten önce okumak” önemli. Henüz yaz bitmemişken kış sezonunun en iddialı parçalarını o sıcağa rağmen sırtına geçirip dolaşanlarda olduğu gibi bazıları “ilk olmayı, birinci olmayı, herkesten öne geçmeyi” aşırı önemser.
Hâlbuki kitabı herkesle birlikte ya da herkesten önce okumanın bir önemi yoktur. Önemli olan bizim o kitabı nasıl okuduğumuz ve okuduktan sonra onunla ne kadar birlikte yürüyebildiğimizdir. İyi bir okuyucu kitaplarla birlikte yürür. Hayır yanlış anladınız, çantanıza kitap atıp yürümeyi, bir kafede kitapla selfi çekmeyi kastetmiyorum. Neyi kastediyorum? Kitaplardan bize bir duygu kalır. O duygu ne kadar derine yerleşirse o kadar bizimle birlikte olur. Hani kimselere anlatamadığınız ama anlatırsanız rahatlayacağınız, kederliyseniz kederinizin azalacağı, neşeli iseniz neşenizin çoğalacağı anlar vardır. Yanınızda bütün bunları anlatabileceğiniz biri olsun isterseniz ve o biri olmadığı için kendinizi dünyanın en yalnız insanı zannedersiniz. Kitaplardan nasibimize düşen sahneler, işte o yalnızlık kuyusuna düşmemizi engeller.
Edebî metinler bize zamanın gelip geçişini hissettirir, bazı edebî metinlerde zamanın geçişini satır aralarından izler gibi oluruz. Gelip geçen zaman içinde, bedenimizin fani oluşunu, ancak ruhumuzun tekâmülü ile “ötelere” varabileceğimizi hissederiz ve bu his ile birlikte her şey kendi yerini bulur ve biz öncelikler sıralamasını, pişmanlık duymayacağımız bir sahihlik içinde kavrarız.
Kitaplardan bize kavramlar kalır. Kavramlar tefekkür etmenin eşiğidir. O eşik geçilmeden düşünceler birbirine eklenmez. Tefekkür etmek deyince insanlar yekpare bir zaman içinde “şimdi tefekkür saatim başlıyor” gibi bir şey anlıyor.
Kişi ruhunun basamaklarından ders ala ala çıkar. Bazen çıktığı yerden geri düşer. O düşüş belki de ona birkaç basamağı birden atlama erdemi kazandırır. Bu dünyada kendimize yapacağımız en büyük iyilik, ruhi olgunluğa erişmektir.
Kitaplardan bize kavramlar kalır dedim ya... Kavramların nasıl kaldığını, bünyeye nasıl dâhil olduğunu kendimden yola çıkarak gözlemlemeye çalışıyorum. Mesela, “ortadan kaybolma sanatı”. Kavram Baudrillard’a ait ve Neden Her Şey Hâlâ Yok Olup Gitmedi? kitabında yer alıyor. Toplam 46 sayfa olan kitabın “Ortadan Kaybolma Sanatı” adlı ara başlığına geldiğimde başlığın altını okumadan bıraktım. Çünkü “Ortadan Kaybolma Sanatı”, uzun bir süredir üzerinde düşündüğüm, bir kısmını yazdığım romanımın en önemli meselesi idi. Ben bunu gidenlerin arkalarında bıraktığı boşluk üzerinden takip etmeye çalışıyordum. Şimdi burada, yayınlandığında satışa katkısı olacağı yolundaki tavsiyeye uymam ve size romanın adını vermem beklenir. Öyle bir şey yapmayacağım. Belki o roman hiç yayınlanmaz, belki de iki ay sonra yayınlanır. Bunun benim için bir önemi yok. Önemli olan o romanı yazarken karakterlerimle birlikte yürüdüğüm yol.
Yürüdüğüm yol deyince yüzlerce sayfalık bir kitaptan bahsettiğimi zannetmeyin. Kitap yayınlandığında muhtemelen 150-200 sayfa civarında olur. Çünkü ben 19. yüzyıl romanlarının sayfalarca süren anlatımını, 21. yüzyılda yayınlanan romanların ise daha kısa ve daha an odaklı olmasını seviyorum. Çünkü 21. yüzyılda zamanı hissetmeyi, saniye saniye idrak etmeyi başaramıyoruz. Başaramadığımız için herkesin dilinde o klişe: “Anda kalalım.”
“Anda kalalım” diyenler bol bol poz veriyor. Ne kadar poz o kadar hayat deneyimi anlamına geliyor bazıları için. Elindeki kitap ile poz verince o kitap ile “deneyim” yaşamış olduğuna da inanıyor çoğu.
Kitaplar, içinde kendimizi bulacağımız, zihnimizin kuytularında kalmış duyguları, düşünceleri berraklaştırmak, geliştirmek, farklı bakış açıları edinmek üzere okunur. “Bitirmek” ve birlikte poz vermek için değil. Elbette iki kapak arası ortaya saçılmış cümleleri kitap kategorisi içinde değerlendirmediğimin farkındasınız.
Hiç okunmadığı halde elde taşınan, okunmadığı halde okuyormuş gibi yapılan o pozlar ne anlama geliyor?
İnsanlar, başkalarını fethetmek, işgal etmek, dünyalarına abanmak, bazen kendine ait dünyası olanları hasedin ateşinde eritmek ister. Kitap okuyacak kadar serbest vakti olduğuna, her gün başka bir kitabı, bambaşka ortamlarda “deneyimlediğini” göstererek ötekilere kendisinin ne kadar “özenilecek bir hayatı” olduğuna ikna etmek isteğidir bütün o “kitabi pozlar”.
Onca kitabi pozun idrake bir katkısı yok. İdrak, bir kavram tarafından bir müddetliğine ele geçirilmemiz, o kavramda iç âlemimizi gösteren endam aynasına bakar gibi kendimize rastlayışımız ile mümkündür ancak. Kadim kültürün “kendini tanı” dediği şey, sende gizlenmiş, sana rağmen sende kalan şeyleri idrak etmektir. Bir kitapta, bir kavram tarafından ele geçirildiğinizde seçici algı devreye girer ve o kavramın paydasında toplanabilecek sahneleri, metinleri kavramın içine yerleştirmeye devam eder. Hâl böyle olunca zaman derinden idrak edilir, derinden idrak edilen zaman geniş bir ana dönüşür, kişi başına gelenler, yüz yüze geldiği şeyler karşısında “Neden ben? Neden şimdi?” sorularını sormak yerine “Böyle de oluyormuş.” diyen bir dayanıklılık kazanır.
Bu anlattıklarımın “ortadan kaybolma sanatı” ile alakasına gelince...
“Ortadan kaybolma sanatı”nı bir türlü gerçekleştiremeyenler, kitlenin ilgisini kendisi için gündelik öğün haline getirmiş kişiler, genellikle başkalarının ilgisi ile doğru orantılı olarak kariyer yapmış şöhretler ve siyasiler oluyor.
Türkiye’de başarı ile “ortadan kaybolma sanatı”nı icra eden bir “şöhret” aklınıza geliyor mu hiç?
Bir zamanların “ünlüleri”, içine doğdukları kültürün kodlarının artık değişmiş olduğunu kavrayamayan “eski şöhretler”, eski ünlerini yakalamak, yeniden herkese ulaşmak için her türlü pespayeliği göze alıyor. Özellikle magazin dünyası pespayelikten çok ekmek yediği için sözüm ona acıyormuş/ayıplıyormuş gibi yaparak, ortaya getirilmemesi gereken görüntüleri elverişli bir malzeme olarak gündeminden düşürmüyor. Bunun son örneği... Neyse adamın adını yazıp hedefine ulaşmasına bir katkı da ben sunmuş olmayayım.
Merakta kalmanıza gerek yok. Yukarıda okumuş olduğunuz satırlara uygun yeni biri kısa zamanda karşınıza çıkmış olacaktır zaten...
HABERE YORUM KAT