Kavgaya niyetimiz var
“Kavgaya niyeti olmayan kaldıramayacağı taşa sarılırmış.” Bu söz, İranlıların sık kullandığı bir atasözüdür. Bireysel olsun toplumsal olsun bir kavgaya soyunuyorsanız mücadelenin safhalarını gerçekçi bir biçimde sürdürmek zorundasınızdır.
Safhanızı karıştırmış, ne zaman ne söyleyeceğinizi, kime karşı hangi cepheyi açacağınızı şaşırmışsanız ne olur? Elbette tutarsız ve sonuçsuz, tuhaf bir durum çıkar ortaya. Cehaletten kaynaklanırsa bu durum üzücüdür. Yok, eğer bir kasıt, bir tuzak söz konusu ise bu durum da bir öfke-nefret kaynağı oluşturur.
Türkiye, siyasal ve iktisadi olduğu kadar dini ve kültürel olarak da iktidar sınıflarının baskısı altında yaşamış bir ülke. Ülkede yaşanan sorunları üreten ve sorunların çözümsüzlüğünü muhafaza eden kadrolar “bedenen” ithal malı değildi. İslam’a karşı pozitivizmi, ümmete karşı ulus kimliği, toplumsal adalete karşı Türkleştirilmiş sermaye sınıfının hâkimiyetini zora dayalı politikalarla mümkün kılanlar Kemalist kadrolardı. Sömürgeci Batı’nın ulus devlet ve ulus toplum modelini bu topluma silah zoruyla dikte edenler zihnen, kalben ve duygusal olarak ithal malıydı. İslam kültürüne ve toplumuna yabancıydılar. İktidarlarının bekasının toplumu kendine yabancılaştırmaktan geçtiğine inandılar.
İbadet anlayışından ticaretin işleyişine, tarih yazımından kılık kıyafete, alfabeden müzik kültürüne, mimariden spor anlayışına kadar hemen her konuda laik-ulusal kimliği inşa adına birey ve toplumu kendine yabancılaştırıcı girişimlerin hepsi bir ‘devlet politikası’ olarak icra edildi. ‘Resmi İdeoloji’, anayasa ve yasalar üzerinden, eğitim öğretim imkânları da kullanılarak bilginin, ahlakın, sanatın hatta dinin anlaşılması ve yaşanmasına dair temel kıstas olarak dayatıldı. Bu dayatmalar sıradan değil sistematik ve gayet istikrarlı dayatmalardı.
Şapka devrimi adında sergilenen hoyratlık, keşke absürt derecede komik olarak kalsaydı sadece. Nasıl unuturuz? Atıf Hoca başta olmak üzere idam sehpasında sallandırılan güzel insanlarımız Mustafa Kemal’in göz zevkine uyum sağlayamamanın kurbanı oldular. İlerleme, gelişme, aydınlanma, bilimsel atılım vs. adına ne anlatılırsa anlatılsın bu tür korkunç cinayetleri meşrulaştıramaz.
Bütün bir ülke semalarını “Tanrı Uludur, Tanrı Uludur!” çirkinlikleriyle kirletmek üzere halka silah doğrultanlar İngiltere, Fransa, ABD, Rusya vs. işgal güçleri olmadığına göre “küresel emperyalizme karşı mücadele etme” adına Kemalist kadroların peşine takılacak kadar akıl ve mantıktan nasipsiz değiliz.
Kur’an öğrenmeyi, tesettüre uygun giyinmeyi, haram ve kötülüklerden sakınmayı bir topluma karşı darbe vesilesi yapan, askeri vesayeti sürdürmek için her türlü sahtekârlığa başvuran iktidar sınıflarıyla mücadele etmek ertelenemez bir sorumluluktur. Mümince yaşam tarzında ısrar edenleri “İran’a, Suudi Arabistan’a gidin” diye tehcir etmeye kalkışanlarla hesaplaşmadan rahat, huzur yok bize.
“Devlet için kurşun atan, kurşun yiyen kadrolar”ın bıkıp usanmaksızın yeniledikleri darbe planlarıyla boğuşanlar kim? Bu zorbalıkların muhatapları bizler değil miyiz? Bugün sadece değişimi-dönüşümü değil yıkılması için uğraş verdiğimiz statükoyu yaklaşık bir asırdır ayakta tutan unsurlardan biri orduysa diğeri de sermaye sınıfıdır elbette.
Darbe ve yolsuzluk politikalarının icrasında TSK’yı TÜSİAD’tan, Yüksek Yargı ve üst bürokrasiyi merkez medyadan ayrı düşünmek ne kadar mümkündür acaba? Ya da bu iktidar sınıflarının küresel sömürü mekanizmalarıyla hısım, akraba ve ortak olmadıkları mı zannediliyor?
“Kemalizm ideolojisi ölmüş, Kemalist darbeci kadrolar yıkılmış, askeri vesayet çökmüş” sanki bizim de “düşene bir tekme vurmakta” olduğumuzu düşünenler var.
Madem bürokratik oligarşi ölmüş, yıkılmış, çökmüş de bu toplum hâlâ kimden dayak yiyor? Adım başı karşımıza dikilen büstler, heykeller, laik-Türkçü kırmızı çizgiler hangi iktidarı temsil ediyor?
İlköğretim çağındaki bütün çocukları her sabah esas duruşta Türkçü anda zorlayan, uygun adım yürümeye ve düşünmeye şartlandıran otoritenin kaynağı da mı okyanus ötesindedir?
Türkiye toplumu için hayali düşman kim, gerçek ve öncelikli tehdit nedir? On yıllardır Anıtkabir’in manevi otoritesi adına asker ve sermaye sınıfları eliyle baskı altında tutulmak istenen toplum sağlıklı bir çözüm bekliyor. Soru şudur: Hiçbir menfaat beklemeksizin, adalet ve özgürlük için, kavgayı göze alabilir misiniz?
YAZIYA YORUM KAT