Katliamlara İlgisiz Kalmanın Dayanılmaz Hafifliği
Saddam'ın dikta ve diktatörlüğüne hizmet edenlerin sorumluluğu, Amerikan emperyalizminin sorumluluğundan daha mı azdır? Bugün gelinen nokta itibariyle, emperyalistler, Saddam'ın bile yüzünü ak ettiler, diyeceğim de, ona yine de dilim varmıyor.
SELAHADDİN E. ÇAKIRGİL; Suriye, Arakan ve Irak’taki gelişmeleri yorumluyor:
Önce, Başbakan Erdoğan'ın, 23 Temmuz akşamı, AK Parti adına ülkedeki büyükelçilere ve uluslararası kuruluşların T.C.'deki temsilcilerine verdiği iftar ve o iftarda yaptığı konuşma üzerinde durmak gerekiyor..
İftar sofrasına sadece müslüman olanların veya oruç tutanların değil, herkesin davet olunması, elbette önemli ve güzel bir mesaj veriyordu.. Çünkü, Allah'u Tealâ, kendisine isyan edenlerin, inanmayanların da rızkını veriyor..
O iftar sofrasına, müslümanlara karşı 60 küsur yıldır en akıl almaz zulümleri reva görmüş olan ve bütünüyle müslümanlardan gasbedilmiş Filistin toprakları üzerinde bir silahlı haydutlar çetesini hâkim kılıp, onu devlet olarak ortaya süren siyonist İsrail rejiminin diplomatik temsilcisinin davet olunmaması güzeldi..
Ama, Suriye rejiminin diplomatik temsilcisinin davet olunmaması doğru bir tavır sayılmasa gerek.. Çünkü, Suriye'yle olan bugünkü gerilimli durum, konjonktürel bir durumdur.. Yarınlarda yeniden münasebetler düzelebilir.. Kaldı ki, Suriye temsilcisi, sadece Esed'in temsilcisi olmayıp, bütün Suriye halkını temsil etmekteydi.. Ayrıca, o iftar sofrasına davet olunanlar arasında, Suriye'deki bugünkü kanlı tablonun başsorumluları olan başka ülkelerin elçileri veya başka temsilcileri de bulunuyordu. Üstelik Erdoğan'ın, dünya ülkelerinin temsilcilerine Ramazan ve iftarın hikmeti üzerine çok güzel izahlar yapacak bir kültüre sahib olduğu bilinmektedir. Nitekim, Ramazan'ın insana kazandırdığı kalb rikkati üzerine söyledikleriyle, Birmanya (Myanmar)'daki Arakan müslümanlarının son haftalarda daha bir mâruz kaldıkları korkunç zulümleri ve başta Somali ve Afrika olmak üzere, dünyanın her bir yanında yoksulluk içinde çırpınan milyonların dertlerini dile getiren sözleri, o sofranın şânına daha bir lâyık idi..
Ama, Erdoğan'ın o iftar sofrasında, -davetliler diplomat olsalar bile- günlük diplomatik konulara dair o kadar keskin konuşmalar yapmaması, o sofranın mânâsına daha münasib düşmez miydi? Ayrıca, onun, BM. Güvenlik Konseyi'nde Suriye konusunda görüşülen karar tasarısını Rusya ve Çin veto yetkilerini kullanarak önlemişken, Erdoğan'ın, o tasarıyı engelleyenleri ağır şekilde suçlaması ve o bunun, onu yapanların alınlarında bir utanç lekesi olarak kalacağını söylemesi üzerine, sözgelimi, Rus ve Çin büyükelçileri sofradan kalkıp gitseydi, tam bir diplomatik skandal ortaya çıkmaz mıydı?
*
Konunun başka bir tarafı ise, Başbakan Erdoğan'ın Suriye'deki duruma değinirken, çok sert, keskin ve de kesin sözler söylemesiydi. O sözlerin o iftar sofrası ile -velev ki orada bulunanlar dünya ülkelerinin temsilcileri olsalar bile- o kadar sert bir havada dile getirilmesi ne kadar doğruydu, düşünülmelidir..
Hele Beşşar Esed'in mutlaka gidici olduğunu beyan eden sert ve kesin sözleri?
Elbette ki, herkes gidicidir, ve Beşşar ve rejimi de er veya gidicidir.. Ama, bugünkü atmosferde onun iktidarının gidiciliğini müjdelercesine söylenen sözler, ne kadar gerçekçidir?
Yarınların neler getireceğini kim kestirebilir? Önemli olan, en elverişsiz duruma düşüldüğünde bile, haklı durumda olabilmek ve kalabilmektir.. O halde, hele de oyun sahasında yığınla oyuncuların bulunduğu dış siyaset alanında.bu gibi iddialı sözlerden kesinlikle kaçınılması gerekir..
Hatırlayalım ki, 22 Eylûl 1980'de İran'a ânî bir saldırıyla başlattığı savaştan bir hafta önce, Bağdad'ı ziyaret eden Fransa Başbakanı (daha sonra Fransa Cumhurbaşkanı da olan) Jacquues Chirac'a, Saddam, İran'a saldıracağını, savaşın bir yıldırım savaşı olacağını ve en fazla 7 gün süreceğini söylüyordu.. Chirac bu durumu, savaşın 7. yıl dönümünde bir ibret belgesi olarak açıklamıştı..
Kezâ, o savaş sırasında, merhûm İmam Khomeynî de, halkı uzun bir savaşa hazırlamak için olmalı, '20 yıl da sürse, zafere kadar savaşacağız.. ' diyordu, ama, savaş bataklığına saplanmış olan Saddam'ı kurtarmak için emperyalistler, BM. Güvenlik Konseyi adına, nice zamandır yaptığı ısrarlı 'ateş-kes' çağrılarını tekrarlıyorlardı.. İmam ise, bu uluslararası baskıları hep, 'Savaşı başlatmak elinizde olabilir, ama, barışı sağlamak elinizde değil.. Bizi, istemediğimiz bir savaşa zorla sürükleyebilirsiniz; ama, istemediğimiz bir barışa zorla sürükleyemezsiniz..' diye reddediyordu..
Ne var ki, savaşın 8. yılı dolmak üzereyken, dünya dengeleri öyle bir tablo ortaya çıkardı ki, 'ateş-kes'i kabullenmekten başka bir yolun kalmadığına karar verildiğinde, İmam Khomeynî, eski sözlerini hatırlayarak ve hatırlatarak, 'Evet, ben yıllarca öyle demiştim, ama, zerre kadar itibarım varsa, onu kenara koydum ve hesabımı Allah'la yapıp, İslam'ın ve müslümanların maslahatının bu noktada olduğuna karar verdim.. Bunun için, zehir kadehini kafama dikiyor ve ateş-kes' i kabul ediyorum..' diyordu..
Tabiatiyle, bu açıklama dünyayı şoke ederken, Saddam ise, konuşmalarında hep 'Cellâd ' diye hakaretler yağdırdığı İmam hakkında artık o kelimeyi kullanmayıp, son derece saygılı ifadeler kullanıyor ve 'Ey Şa'b-ul'Iraqî.. Ey Irak halkı, görünüz, Seyyid Khomeynî, 'zehir içtim..' diyor.. Onun gibi birisine zehri içirten, sizsiniz.. Öyleyse, 40 gün- 40 gece zafer kutlamaları yapmak, sizin hakkınız..' diyordu..
HABERE YORUM KAT