Katliamı Meçhul, Failleri Masum Kılma Mantığı
Sırları, gizemleri, görünenle perdelenen asli güçleri deşifre etme iddiaları vs. gibi güya en üst bakış açısını keşfetmiş ve bizi de bu keşiflere davet eden janjanlı söylemler her zaman olduğu gibi şimdilerde de fazlasıyla prim yapıyor. Somut olay ve gelişmeler zincirini değil de her nasılsa onlara egemen olan, her daim bütün sebep ve sonuçları kendi hizmetine amade kılan süper güçlerin gizli hesaplarına endekslenmiş hastalıklı kafalar en çok da laf kalabalığıyla dikkat çekiyorlar.
Oysaki yaşadıklarımız, şahit olduklarımız ve en çok da acılarımız, gözyaşlarımız ve kayıplarımız o kadar karmaşık ve belirsiz değil. Tersine oldukça net ve alabildiğine ismi, adresi ve eşkâli açık. Bütün bunları hatta daha fazlasını karmaşıklaştıran ve belirsizleştirense açıktır ki olayların bizzat kendisi değil olayları açıklayıp tanımlama iddiasındakiler.
Bir Katliam Var Katliamdan İçeru!
Mevcut manzaraya bakanların bir kısmı “Suriye halkını katleden, şehirleri harabeye çeviren kim?” sorusunu soruyor. Hakikaten bu soruyu soranların bir kısmı şunları bilemiyor veya unutmuş olabilir: Baas-Esed rejiminin askeri bir cunta kurarak yarım asır önce iktidara el koyduğunu, o tarihten bu yana Muhaberat ve Şebbiha çeteleri marifetiyle halka kan kusturduğunu, önce SSCB’nin sonraları da Rusya’nın bölgedeki uzantısı olduğunu, laik-ulusalcı karakteri baskın tipik bir azınlık despotizmi şeklinde tahakküm ettiğini, en ufak bir insani talebin işkence veya infazla karşılık bulduğunu vs.
Hem Baass-Esed rejimini hem de giriştiği yıkım ve katliamları Türkiye’deki ulusalcı, Kemalist, sosyalist kesimlerin unutması, meşru görmesi üstüne bir de desteklemesi pek tabii ki mümkündür. Lakin iş İslami bir kimliği olanlara gelip de aynı tavır ve perspektifi onlarda da görünce durum karmaşıklaşıp çatallaşıyor. Ya da gerçekten karmaşıklaşıp çatallaşıyor mu? Baştan söyleyeyim hiç bu kanaatte değilim. Çünkü Suriye’de yaşananlar karşısında takınılan tutumlar durumun değil de öncelikle kimlik ve ölçülerin karmaşık olduğunu ortaya koydu.
İran’ın ama özellikle de Hizbullah’ın Suriye’de Baas rejimini ayakta tutmak üzere halka karşı savaşta cepheler açması karşısında Türkiye’deki aydın-gazetecilerin ve bazı çevrelerin ne konuştuğuna veya neden açıkça konuşamadığına bir bakalım da sefaletin boyutlarını iyice anlayalım isterseniz. Suriye’de Esed-Baas cuntasının bekası için Hizbullah ve İran başından beri maddi-manevi hiçbir imkânı esirgemiyor. Üstelik bu durumu defalarca gururla beyan ediyor. En son Kusayr’daki kuşatma ve katliamlarda Hizbullah’ın oynadığı rolü ve gerekçelerini Nasrallah ekranlardan izah ediyordu.
Nasrallah “Suriye yönetiminin kabul ettiği makul önerileri ve çözüm yolları”ndan bahsederken şöyle söylüyordu: “Bugün Suriye’de yaşananlar, halkın yönetime karşı ayaklanması veya reform meselesi değildir; çünkü yönetim, reform yapmaya hazırdır.” Daha ileri giderek “çoğunluktaki akımı tekfircilerin oluşturduğunu, bunların güvencelerini Amerika’dan alan mezar soyguncuları olduğunu, bazılarının da istihbarat servislerinin memurları” olduğuna inanmamızı istiyor. Demek ki şimdiye kadar 100 bine yakın tekfircinin, mezar soyguncusunun ve emperyalizmin ajanının Şebbiha, Hizbullah ve Pasdaran’ın işbirliği sayesinde saf dışı edildiğini görüp sevinmemiz ve şükretmemiz gerekiyormuş!
Hizbullah-İran’ın Masumiyeti ve Aydınlar
Hizbullah ve İran, direnişin altın halkasını koruma ve kollama adına İsrail ve ABD tarafından örgütlendiğine inandığı tekfircilere, mezar soyguncularına karşı Kudüs’ün özgürlüğü namına cihad ediyormuş! Katliam ve yıkım yokmuş, Kudüs’ün özgürlüğü mücadelesi varmış. Hatta bu uğurda "Suriye'deki radikal gruplara karşı, binlerce mensubumuzu, bölgeye savaşmak için göndermeye hazırız" diyerek kararlılığının altını çiziyordu.
İran nasıl ki çatışmaları Lübnan, Suriye veya Irak’ta yani kendi ‘ulusal’ topraklarından uzakta tutma stratejisini yürürlükte tutuyorsa Hizbullah’da aynı paralelde yürüyor. Nasrallah’ın "Suriye'de savaşalım, Lübnan'ı ise çatışmalardan uzak tutalım" beyanı bunun en açık olduğu kadar en çirkin ve kirli göstergelerinden biri olsa gerek. Şebbiha rejimiyle safları sıklaştırıp Suriye halkını kendi topraklarından kazıyacaksınız da Lübnan’ı mı mamur edeceksiniz acaba?
Peki, Suriye’de olan bitenler gün geçtikçe daha da yıkıcı bir hal almışken, Suriye halkı sadece Esed rejiminin değil aynı oranda İran ve Hizbullah’ın saldırılarına maruz kalırken Türkiye’deki İslamcı aydın-gazeteci taifesi ne söylüyor? Katliamların failleri mi belirsiz, cinayet ve tecavüzlerle rejimi ayakta tutmaya çalışanlar mı masum, Suriye halkı hakikaten tekfirci ve mezar soyguncusu mu ki İslamcı aydın-gazeteciler ya kekeme ya da hepten lal olmuş!
Birilerini tutarsız, vicdansız ve güce bağımlı olmakla suçlarken Suriye’de içine düştükleri sefaleti bir türlü göremeyen İslamcı aydınların gözü-kulağı ne zaman açılır, kalbi ne zaman Allah korkusuyla ürperir de adaletle hakkın şahitliğini yapar bekleyip göreceğiz.
Ancak ABD-İsrail veya Batı destekli olmayan bir despotizme hele hele İran ve Hizbullah tarafından bekası için seferberlik ilan edilen bir despotizme karşı “romantik İslamcı” aydınların sağlıklı bir değerlendirebilme yapabileceklerine dair ümitvar olmak beyhude görünüyor. Çünkü usuli-ilkesel olmaktan çok duygu ve güç merkezli bir hat üzerinde olmayı alışkanlık edinmiş olan zihniyet ve söylem biçiminden olsa olsa (Suriye krizinde olduğu gibi) komplocu bir tutum-tarz sadır olabilir. Bu sebeple Baas-Esed rejimi ve stratejik müttefikleri İran ve Hizbullah savaşçıları tarafından katledilen Suriye halkı en iyi ihtimalle kandırılmış, kışkırtılmış zavallı figüranlar olarak tanımlanabilmektedir.
Katledenler de katletme gerekçeleri de sanki meçhulmüş gibi bir hava estirilirken emperyalist planlara karşı kendini müdafaa edenlerin hem geçmişte hem de hali hazırda işledikleri zulümler adeta masum addedilmekteydi. Bu yaklaşım biçimi tipik bir despotizmi meşrulaştırma mantığıdır.
Daha büyük katliamları, daha kötü işgalleri, daha çirkin tecavüzleri güya engelleme adı altında mevcut cinayet ve işkence şebekesini kurtuluşun biricik imkânı olarak takdim eden İran ve Hizbullah’ın yörüngesinde konuşlanmış romantik İslamcı aydınların profili kime benziyor? Saray Uleması, Kapıkulu Aydın, Resmi İdeolojinin Ajanı vb. gibi sıfatlarını kimin daha çok haiz olduğunu ispatlamak sadedinde diğer mahallelerden adam aramaya gerek yok kanaatimce.
Eşi benzeri zor bulunur bu barbarlıklar karşısında sessiz sedasız kalmaktan da öteye geçip “BOP, Ilımlı İslam, ABD işgal için gerekçe hazırlıyor, küresel sermaye yeni pazar alanları peşinde” filan gibi kokuşmuş tezviratlar belki bir zaman daha müşteri bulabilir. Lakin bu izah, söylem ve duruşta ısrar sadece ve sadece çürümeyi hızlandırıp kendilerini önde ve üste zannedenleri hızla dibe doğru gönderir. Adaletle şahitlik, cesaret ve basiretle öncülük yoksa bir takım estetik söylem ve şekiller sergiledi diye kusura bakılmasın ama kimseye İslami camiada “üstad, aydın, bilirkişi, hoca efendi, uzman” muamelesi yapılmaz.
Son dönemde işitip gördüklerimiz tasvip edilebilir ve izah edilebilir gibi değilse de şu vaziyet netleşmiştir: İslamcı aydınların bir kesimi kimliğini muhafazakar-milliyetçi reflekslerden arındırmak adına epeyce mesafe kat etmişken maalesef halen nostaljik duygu veya stratejik hesaplar üzerinden İran-Hizbullah çizgisine bağımlı, mecbur ve mahkum olduklarını gözler önüne sermişlerdir.
YAZIYA YORUM KAT