Kasri Kanco’ya dönüş
Mardin Derik’te çölün ortasında bir şato. İçi içe iki surla çevrili. Dış surlarda siperler. Düz çatı tepelerden gelecek tehlikelere karşı yüksek duvarlarla örülmüş. Büyük dış kapıdan içeri girince bir kapı daha. Arada bir çeşit tampon bölge var. Gece yarısı büyük kapı kapandıktan sonra gelenlerin tek çaresi o aralıkta kalmak.
Pencereler yerden beş adam boyu yükseklikte. Ne bir çıkıntı var ne de bir gedik. Dümdüz kara duvar. Avrupalı feodal lordların masallardan aşina olduğumuz şatolarının yanında gecekondu gibi kalsa da her şey birebir aynı.
Kara taş Torosların kara graniti. 1919 metre yükseklikteki Karacadağ’ dan kırılıp yan yana dizilen köylülerce elden ele buraya kadar taşınmış.
Horasan harcı, çöl sıcağı, Ermeni işçiliği, Kürt gücü ile taşlar birbirine öyle bir kaynatılmış ki. Buraya o şatonun sahibi davet etmeden girmek hemen hemen imkânsız. Zaten amaç da bu. Geçiş yolları üzerinde yaşayan ahali gelen gidenin yağmasından talanından bıkmış. Ve kendine burayı yapmış. 1700’lü yılların başında şatoyu yapan İbrahim Paşa, onu yanındaki ‘tutma’ lardan genç ağa Hüseyin’e emanet ediyor. Her türlü tehlikeye karşı o kalenin içinde saklanan aşiretiyle birlikte.
Ama buranın adı 1905’de şatoyu yeniden yapan Genç Hüseyin ağadan geliyor. Kürtçe’ye özgü bir hoşlukla isimlerin sonuna eklenen ‘o’ harfiyle söylenince Hüseyin Genco’dan. Şatonun adı Kasrı Genco. Ya da Kasri Kanco.
Burası önceki gün hakkında Ankara’dan tehcir kararı çıkarılan Ahmet Türk’ün çekileceği kalesi. İki yıldır hem Türk hem de Kürt şahinlerle, hem Türk hem de Kürt generallerle uğraşan 67 yaşındaki Ahmet Türk beş yıllık siyasi sürgününü “nefes aldığım yer” dediği bu kalenin duvarlarının arkasında geçirecek. Karacadağ’ın kalın kara taşları onu dışarıda bir çılgınlığa doğru koşan Türk ve Kürtlerden koruyacak.
Aslında bu kalenin duvarları hiç geçit vermedi değil. Kalede açılan o gediğin izlerini sonsuza kadar taşıdı Ahmet Türk. Hem de adı her söylendiğinde.
Yıl 1925’tir. Cumhuriyet girilmemiş kale bırakmamakta kararlıdır. Kasri Kanco’ya ulaşmaz bu haber. O kalın duvarların ardında hayat rejim değişikliğine aldırmadan devam etmektedir.
Ankara Kasrı Kanco’nun bu dik başlılığını öğrenince Mardin’den bir bölük jandarma askeri gönderir üzerine. Kasır kuşatılır. Ama kırık dökük piyade tüfekleriyle düşürülmeyeceği anlaşılır bu kalenin. Ankara’ya bildirilir durum. Ankara neyle karşı karşıya olduğunun hâlâ farkında değildir. Bu kez bir tabur jandarma gönderilir kalın kale duvarlarının üstüne. Yine olmaz.
Ve Ankara sonunda anlar karşısındaki çetin cevizi. Bu kez Diyarbakır’dan kalkan bir topçu birliği kuşatır Kasri Konca’yı. “Yapmayın, teslim olun” seslerine aldırış etmez kalenin ahalisi. Kapılar yeni rejime açılmaz. Bir rivayete göre doğrudan Atatürk’ten gelen bir talimatla şatoya top atışı başlar. Mermilerden birisi Kasri Kanco’nun çöle bakan mazgallarından birini parçalar. Yıllar sonra ilk kez bir gedik açılır duvarlarda. Kasrın ahalisi topçulara karşı dayanmayacaklarını anlar ve teslim olurken şöyle der:
Ere ere, bese lo, Kemalo başo. (Evet evet, peki yeter, Kemal en büyük.)
Şatonun cumhuriyet tarafından fethi şerefine bizzat Atatürk Kancolara verir yeni soyadlarını: Türk.
Kale düşünce Kürtler de Türk olmuştur.
Ahmet Türk kalesine çekilecek mi bilmiyoruz. Ama çok zor geçeceği anlaşılan önümüzdeki bu beş yıl içinde hepimize bazen sığınacağımız bir kale gerekeceği açık. Hepimiz bir gün Ahmet Türk’ün kapısını çalmak zorunda kalabiliriz. O güne kadar hoşça kal Ahmet Türk!
(Bu yazıdaki bilgiler Ahmet Türk’ün ilkokul öğretmeni de olan yazar Ümit Kaftancıoğlu’nun Tüfekliler romanından alınmıştır.)
----------
İnci kefali ve Kürtler
Geçen gün Van Gölü’ndeki inci kefallerinin büyüleyici hikâyesini izledim televizyonda.
İnci kefallerinin yumurtlama zamanı geldiğinde, göle kavuşan derelerin yataklarına ulaşma didinişini anlatıyor, gösteriyordu.
Kefaller suyun daha sığ, dibinin daha kumluk ve çakıllık olduğu bu bölümüne yumurta bırakmak için, akarsuyun akış yönünün tersine bir yolculuğun üstesinden gelmek için, seyreden her insanı çığlık çığlığa bırakacak bir macera yaşıyordu her yıl.
Üstlerine yukarıdan aşağı bütün hızıyla yuvarlanarak gelen suya nispet, tersine yüzmeye çalışıyor, önlerini kesen taşlara kendilerini savurup duruyorlardı.
Bir daha... Bir daha... Sonra bir daha...
Birçoğu o devasa taşların eteğine kanlar içinde yığılıp kalıyordu...
Ama bu bizim, o âna tanık olanların gördüğü sadece.
Bu bin yıllardır süren kavgayı dere taşlarının kazandığını gören olmadı. Ne boyları uzadı, ne daha da genişlediler.
Tersine her yıl daha çok eriyor, daha çok küçülüyorlar ve her yıl daha az inci kefalinin canı kalıyor eteklerinde...
Her yıl daha çok inci kefali yeni hayatlar taşıyor yukarılara, eriyen kayalara kafa tutacak inci kefallerinin sayısı her yıl artıyor...
Kürtler de sadece Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana kendilerini o taşlara en az yirmi defa çarptı.
...
Öyleyse kaldırın o “ayıp” taşlarını.
Çünkü siz varsanız, onlar da önünde sonunda “kurucu ortak” olarak sizlerle birlikte var olacak.
Bu ülkede Türkçe konuşulacaksa, “inci kefali dili” de konuşulacak.
(Alev Er- Gazetem.net yazılarından)
TARAF
YAZIYA YORUM KAT