Kardeşlik Söylemi ve Açılım Politikaları
Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de yakınlara tebliğ etmeyi ve infakta bulunurken de yakınları gözetmeyi emretmektedir. Kardeşlik yakınlığın iki boyutunu ifade eder. Birincisi rahim veya soy kardeşliğidir. İkincisi ise inanç veya din kardeşliğidir. Birincisi "ailevî kardeşlik", ikincisi "iman kardeşliği" olarak belirginleşir. Tabii ki iman kardeşliği de vahyî iman ve cahilî iman olarak ayrışır. Bir de soy ve iman temelli olmayan geçici, eğreti ve sadece duygusal kardeşlik edebiyatı vardır ki, ona da "söylemsel kardeşlik" denilebilir.
Söylemsel kardeşlik kalıcı bir esasa dayanmaz; futbol takımı tutmak, mafya üyesi olmak, memleketçilik yapmak gibi değişebilen veya hayatın sınırlı bölümlerine tekabül eden duygulara dayanır. Yoldaş, ülküdaş, hemşeri gibi dayanışma ifadeleri bazen söylemsel kardeşliğin bazen de cahilî kardeşliğin taşıyıcısı olabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye ulusal yapısı, "millet" ve "Müslüman" kavramlarını saptırarak bir manivela olarak kullanmış ve gerek İslamî, gerek Kürt ve Alevi muhalefetini bastırabilmek için dayattığı ulusal-laik Türk kimliği nedeniyle yaşatılan zulüm ve katliâmları unutturtmaya çalışarak, "Hepimiz Müslüman kardeşleriz, niçin çatışıyoruz, yaşasın Türk-Kürt kardeşliği" türü edebiyat örneklerini ön plana çıkartabilmiştir.
Türkiye'de ulusalcı sivil ve asker bürokrasi ve kapitalist sermayedar güruhun Batılılaşma-laiklik temelinde oluşturdukları Türkiye'deki oligarşik yapı, cumhuriyet kurulduğundan beri Osmanlı bakiyesi Müslüman halkın İslamî aidiyetlerini aşağılamış, yasaklamış ve Müslümanları, seküler Türk ulus kimliği için asimile etmeye; bu konuda da kesin bir sonuç alamayınca İslam'ı alt kimliğe indirgemeye çalışmıştır. Ancak devletteki görünen veya görünmeyen iktidar alanını elinde tutan ve halka parya muamelesi yapan "merkez" veya oligarşik yapı, halkın yani "çevre"nin yükselen tepkisini tasfiye edemediği zaman "millî birlik ve beraberlik" klişesiyle kardeşlik edebiyatına sarılmaktadır. "İrtica" edebiyatını da dilinden düşürmeyen bu tutum, vahyî bildirim gereği takılan başörtümüzü ve edinmeye çalıştığımız İslami eğitimimizi yasaklamaya çalışırken, namaz kılan subayları bünyesinden atarken; "şehitlik" , "Kutsallık" "Allah" gibi en temel kavramlarımızı da saptırıp kullanabilmektedir.
Lügat olarak kan bağı olan, yakın akraba ile sosyal bir birliktelik veya dost, sevilen kimse, yetim gözeticisi gibi anlamlara gelen "veli" kavramı, vahiyle ıstılahî olarak düzletilmeye tâbi tutulduktan sonra akidevî çerçevede kullanılmaya başlanmıştır. Kavram en genelde inanç ekseninde kullanılmış ve iman edenler ile inkâr edenlerin velileri diye Kur'an'da yer almıştır (2/120). İslam'da da kardeşlik veya yakınlıkta esas olanın iman yakınlığı olduğunu Âdem'in iki oğlu meselinden (5/27) veya Nuh (a)'ın isyankâr oğlu için Rabbimizin "O senin ailenden değil" (11/46) hitabından veya ifsad eğiliminden vazgeçmediği için helâk olan Lut (a)'ın eşinin akibetinden (29/32) de öğrenebiliriz.
Ulusçuluk, ülkecilik, takımcılık, mezhepçilik, ırkçılık, sınıf inancı gibi önceliklere dayanan söz konusu söylemsel kardeşlik, duygu boyutundan kesin inançlılık haline dönüştüğünde artık bu kişiler için de cahilî temelli bir kardeşlik sıfatlandırması yapılabilmektedir. Bu bağlamda Rabbimizin ikâzı unutulmamalıdır: "Şüphesiz Biz, şeytanları inanmayanların velisi kıldık" (7/27).
Söylemsel kardeşlik konjonktürel bir tanımdır. Ailevî kardeşlik ise ana-baba ilişkisi açısından fıtrî bir yakınlıktır. Çağdaş bilim verileri açısından fiilî yakınlık en başta gen kodları ile alakalıdır. Ancak karşılıklı velilik, sevgi ve İslamî mükellefiyetleri ifade eden iman kardeşliği, ayrıca bu güzel meziyetleriyle ailevî kardeşliği de kuşatabilir. İman kardeşliği hem dünyaya hem âhirete dönük bir bilinç, adanmışlık, izhar ve tanıklık intifadasıdır. Vahiyle ve fıtratıyla barışık İslami şahsiyetlerin ilişkileri bu özellikleri dolayısıyla kardeşlik ve vahye tanıklık üzerine kurulur. Çünkü müminler kardeştir (89/9), işlerini aralarındaki istişare ile gerçekleştirirler (42/38) ve vasat bir ümmet olarak Hakk'a şehitlik/tanıklık etmekle (2/143) yükümlüdürler.
Maalesef ki gaybî ve amelî alanlarda Kur'an'la olan irtibatımız zayıfladıkça ümmet dayanışması yani müminler arası kardeşlik esası da zedelenmiştir. Son birkaç asırdan bu yana öze dönüş/ıslah hareketleri dışında, İslam ümmeti çözülme ve inhiraf halini yaşadığı için de yaygın olarak iman kardeşliği formu ümmet aidiyeti ile birlikte gittikçe nostaljik bir anıya veya söylemsel kardeşlik seviyesine düşmüştür.
Kur'an'ın insanlığa sunduğu kardeşçe ve istişari temelde bir arada yaşama ideali bilgi, tâlim ve şahitlik eylemliliği ile kazanılacak bir hedeftir. Rasulullah (s) ve Rasul'le birlikte olanlar (10/43) insanları basiret üzere Hakk'a ve kardeş olmaya çağırmadan önce, tertil üzere vahyi okuma-anlama, vahyî mesajın hayatla bağını kurma, Kur'anî mesajı aktarma üslubu ve şahitlik örnekliği konularında hep birlikte istişarî eğitimden geçmişlerdi (73/20).
Kur'an'ın insanlığa sunduğu kardeş olma ve kardeşçe bir arada yaşama hukukuna ulaşabilmek için Rasulullah'ın Kur'an'da da gösterilen ilim ve tâlim temelli bu sünnetini ihya etmemiz gerekmektedir. Kardeşlik konusunda Rabbimiz'in âyetleri nüzul sırasına göre okunarak/dinlenerek öğrenilen vahyî bilgi imanlaştırılmaya başlandığında, ailevî veya söylemsel kardeşlik de iman kardeşliğine dönüştürülmeye başlanmış, kardeşlik anlayışı olgunlaştırılmış ve bir Kur'an nüvesi olma idealine adım atılmış olur.
İman kardeşliğinin asıl hedefi, namazımızı tek başımıza ikame ederken bile Fatiha Sûresi'ni okurken her rekâtta taahhüt ettiğimiz "Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz" (1/4) itaatimizi "Biz" olarak yerine getirebilmek ve hakikate tanıklık yapabilmek sorumluluğudur. Çünkü İslam'ı yaşamak ve tebliğ edebilmek "şahitler/şehitler" (2/143) ile birlikte gerçekleştirilebilecek bir eylemdir. Böylesine bir kardeşlik imkânını yakalayamasak bile tek başına bencilce değil, Hz. İbrahim gibi "tek başına bir ümmet" (16/120) gibi davranma sorumluluğumuz vardır. Amaç; Allah'a, Kur'an nasslarına veya İslam'a tahkik ederek iman edebilmek ve bu imanı tanıklaştırarak vahyin yaşayan tebliğcileri olabilmektir.
Hz. Muhammed'in ilk iman eden sahabesiyle birlikte tertil üzere Kur'an okumak, öğrenmek ve tâlim etmek eylemini Rabbimiz, Rasulullah için "Ben ve bana uyanlar gecenin azında, çoğunda veya yarısında" (73/20) hitabıyla anlatmaktadır. İşte böylesi bir vahyî bilgi edinimini, tahkik, tâlim ve iman eylemini bir Kur'an nüvesi olarak paylaşmak gerçek kardeşliği yakalayabilmenin yoludur. Yeniden Kur'an nesli olma ideali içinde gerçekleştireceğimiz bu tür ilim, fikir, amel ve insanî paylaşımlar ile gerçek kardeşliğimizi olgunlaştırabilir ve bu olgunlukla diğer kardeşlikleri fıtrata ve vahye uygun bir anlamlılık haline yükseltebiliriz.
Ulusal Sınırların Tutsaklığını Aşmak
İslam coğrafyası Birinci Dünya Savaşı bitiminde İtilaf Devletleri'nin yeni saldırılarıyla da son mevzilerini kaybederek tamamen gayrimüslimler tarafından işgal edilmiş hale gelmişti. İmam İbn Tümerd rehberliğinde kurulan Muvahhidler hareketi ve yönetiminden sonra 6-7 asırdır eğitimde ve yönetimde Kur'an merkezli olma diriliğini kaybeden Müslümanlar, dış cahiliye tarafından kuşatılmadan önce, aslında kendi iç cahiliyeleri ile akidevi, fıkhi, idari alanlarda vîran hale gelmişler ve rüzgârları kesilmişti. Saltanatçılık, bâtinilik ve mezhepçilik gibi inhiraf halleri iç bünyeyi eriten en önemli sapma nedenleriydi. Mehmet Akif'in şiirlerinde kullandığı "Bulamazsın iki âlim dini nezih, fıkhı sağlam", "Medreseler harap olmuş türap olmuş" veya "Türk'e sundular tasavvuf diye olgun şırayı" gibi tümcelerle anlattığı acıklı bir durumdur bu.
Malik bin Nebi'nin "Sömürüye müsait hale gelmek" dediği ve imanın ferdileştiği bu süreçte enkaz haline gelmiş ümmet yapısı, 20. yüzyılın başından itibaren İslamî değerleri tahrif olmuş, içimizdeki Batı'nın işbirlikçisi elitlerin ön açmasıyla ulus-devlet ve toplumlara bölünmüş ve parçalanmıştı. Vahyî bilinç temelli kardeşlik pratiği, ümmet algısı gibi nostaljik bir durum veya özlem haline gelmişti. Sinan Çetin'in "Propaganda" filminde trajik boyutu oldukça iyi işlenen ümmet coğrafyasının dikenli tellerle ulus sınırlara bölünmesi sonucunda artık pazarımız, camimiz ve mahallemiz de ayrılmış, her birimiz seküler temelli ulus değerler ve sembollerle tanımlanır hale gelmiştik.
Son 150 yıllık çöküş ve modernleşme süreçlerini tevhidî uyanış öncülerinin İslamî ölçülerle açıklamaya çalışmasını ve bu sürece nasıl geldiğimizi tahkik etmelerini, sürece hamaset ve yüceltmeci tarih telakkileriyle veya tarihselci okumalarla yaklaşanların karalamaya çalışmaları demagojik bir yaklaşımdır. Üstelik modernist ve gelenekçi bakış ve tarih okumalarından farklı olarak ıslah temelli ve Kur'an ölçüleri ile tarihi değerlendirmeye çalışanlara, öze dönüş, ihya ve ıslah çabalarına, neo-gelenekçilerin "150 yıldır modernizmin etkisindeler" veya "kopuk tarih anlayışı içindeler" türü ithamlar yöneltmesi, diyalogu ve istişarî araştırmaya-tahkike daveti değil, bir saptırma halini ifade etmektedir.
Müslümanların bütün çözülmüşlük ve iç-dış cahiliye tarafından kuşatılmışlık haline rağmen, İslam'la irtibatlı Osmanlı Devleti, İran Şahlığı, Afganistan ve Fas Emirlikleri ve Hint-Moğol İslam Devleti'nin bakiyesi Müslüman halklar, fıtrî olan dindarlık içgüdüsü gereği İslamî gelenekle bağını kesmemiş ve parça doğrular şeklinde de olsa İslamî duyarlılıklarını yaşatmışlardı. Ayrıca emperyalizm ve işbirlikçi garpzedeler vasıtasıyla bölünüp ulus-devletlerin tebaası konumuna getirilmişliğimizle beraber namaz ve oruç gibi ritüellerimiz seküler kadroların tüm aşağılama ve engelleme girişimlerine rağmen şeklî de olsa devam edebilmiştir. Ama kıldığımız namazımız ve tuttuğumuz orucumuz bizleri, büyük ölçüde fahşâya karşı tavır alma, dünyevî tuzaklara aldanmama ve vahye şahitlik yapma ibadetine yöneltememiştir. Çünkü ibadet formumuzun muhtevası da Sünnet-i Rasul ile tanıklaşan vahyî saflıktan ve iman-amel bütünlüğünün diriliğinden oldukça uzaklaşmıştı.
Bugün ümmet bilincini yeniden yükselten ve iman edenleri yeniden iman etmeye çağıran (4/136), İslamî uyanış hareketleridir. İslamî uyanış hareketlerinin en birinci ihtiyacı, önce Kur'an'dan yararlanma biçimi ve usulu'd- din konusunda sahih ve nesnel bir yeterliliğe ulaşmak ve modernizmin veya Batılı paradigmanın fiilî saldırıları dışında düşünsel-kültürel-siyasî saldırı ve kuşatmalarını cevaplayacak Kur'an bütünlüğüne dayanan bir perspektifi yakalamak ve bu konudaki kazanım ve birikimleri özümseyerek paylaşabilmektir.
Doğru ve tutarlı düşünceler, bahar çiçekleri gibidir. Onların kokusu sınırlarla veya hapishane parmaklıklarıyla engellenemez. Müslümanların tüm zaaflı yapısına rağmen Türkiye Cumhuriyeti'nin jakoben Batılılaşma dayatmaları bile onca katliâmlar, sürgünler, yasaklar, İstiklâl Mahkemeleri'nin idam kararları ve asimilasyon politikalarına rağmen İslam'a aidiyet duyan kitlelerin fıtrî özlem ve taleplerini söküp atamamıştır. Bu gerçeklik jakoben oligarşik merkeze karşı, çevrenin en önemli ortak paydası ve direnci olmuştur. Bu direnç bugün de fıtrata ve vahye uygun bakış açılarıyla gerçekleşecek yeterli tebliğ ve hareket modellerine muhtaçtır. Bu ihtiyacı hisseden ve bu çizgide sorumlu davranan Müslümanlar, bahar çiçeklerinin kokusuna en fazla ihtiyaç duyanlardır.
Bugün doğru bilgiyi tanıklaştırmak için, doğru bilgi ve bakış açısı arayışındaki insanlar için Türkiye'de belki hiçbir zaman elde edilemeyen bir vahyî bilgi ve görgü birikimi oluşmuştur. Yeter ki tahkik konusunda adım atılsın. İletişim çağında artık Türkiye Müslümanlarının ürettiği birikim ve bakış açısı dünya Müslümanları için de iyi bir nitelik ve tecrübe halini ifade etmektedir.
Ancak arada fizikî engeller kadar psikolojik, usûlî veya metodik sınırların mevcudiyeti de bir hakikattir. Ellerimiz hâlâ birbirine kavuşamıyor. Arada tel örgüler ve vize engelleri var; ama mevcut hükümet bazı ülkelerle bu sınırları kaldırmış durumda. Vize engelini kaldıran imkân nereye akarsa aksın, ellerini ve kalplerini birbiriyle buluşturmak isteyen tüm bilinçli Müslümanlar için bu gelişme önemli bir hal veya imkândır. Ve sorulması gereken ise, bu imkânı Kur'an toplumunu yeniden inşa etmek için nasıl değerlendirebileceğimiz ve bu özlemin sosyal tanıklığını Türkiye denilen sınırlar içinde nasıl kurumlaştırma örnekliğini oluşturabileceğimizdir.
Açılım Politikalarını Değerlendirmek
Sınırları içinde yaşadığımız Türkiye'de "çevre"nin adalet ve özgürlük arayışına dayanan muhalif gücü, zaman zaman oligarşik iktidarı, diğer bir deyişle "merkez"i sıkıştırmıştır. Ama çevrenin taleplerini merkeze taşıyan siyasal güçler her zaman önce "kırmızı kitap"larla uyarılmış, risk geçmediyse yargı kurumuyla sindirilmeye çalışılmış ya da silahlı bürokrasi tarafından darbe veya muhtıra ile hizaya getirilmişlerdir. 28 Şubat 1997 postmodern darbe süreciyle birlikte çevrenin ve İslamî muhalefetin enerjisi bastırıldıktan sonra, çevreyi temsilen kurulan AK Parti, İslamcı olmadığını açıklarken, Türkiye'yi ekonomik olarak kalkındırmayı, çevre için de insan hakları ve temel özgürlükler konusunda rahatlatma sağlamayı amaçladığını ilan etmiştir.
Türkiye'de on binlerce halk çocuğunu emperyal amaçlar doğrultusunda Irak'a savaşa yollayacak ve yeni ABD üsleri açacak olan küresel kapitalizmin dayattığı insanlık ve kardeşlik düşmanı 1 Mart 2003 Tezkeresi'nin onurlu Müslümanların ve diğer muhalif unsurların direnişi sonucu çok az oy farkı ile TBMM'de onay almaması AK Parti hükümeti için son derece uyarıcı olmuştur. Çevrenin tüm resmi kuruluş ve politikalardan bağımsız olarak 1 Mart Tezkeresi'ne karşı ortaya koyduğu tepki, yönetimde daha sonradan vesayet rejimini ve kırmızı kitap geleneğini aşmak için bir dönüm noktasına ve cesaret bulma haline dönüşmüştür.
1 Mart Tezkeresi'nin Meclis'e onay için sunulmasından bir gün önce Beyazıt Camii'nden gerçekleştirilen Cuma çıkışında ABD uşaklığına karşı çıkmak ve Iraklı kardeşlerimizi savunmak için büyük etki uyandıran bir pankart açılmıştı: "Amerika'dan Korkma Allah'tan Kork". Ve 1 Mart Tezkeresi TBMM'den onay alamadı. Çevre içinden gelen İslamcıların bu muhalif bilinçli sesi, çevreyi temsil etmek iddiasında olan AK Parti'yi hem iç hem dış merkeze karşı daha tutarlı hale getirdi. AK Parti hükümeti Türkiye'nin kapitalist dünya eksenini değiştirmedi; ama emir alan ülke seviyesinden zorunlu işbirliği düzeyinde de olsa pazarlık eden bölgesel bir güç konumuna gelmesine aracı oldu.
AK Parti hükümeti merkeze karşı bu özgüven kazanımının peşinden, darbeci oligarşiye karşı Ergenekon soruşturmasını, sonra da Türkiye'yi görece normalleştirmeye götüren açılım politikalarını başlattı. Açılımla ilgili konu ilk olarak 2009 yazında "Kürt Açılımı" olarak gündeme geldi. Daha sonra alanı genişletmek veya muhalefeti yumuşatmak için bu vurgu "Demokratik Açılım" terkibine dönüştü. Türkçü militarist ve ırkçı tepkiler karşısında bu sefer konu "Millî Birlik ve Kardeşlik Projesi" şeklinde ifade değişimine uğradı. Açılım politikalarında kullanılan "kardeşlik" ifadesi, Cumhuriyet tarihi boyunca ırkçı uygulamaları alkışlayan Kemalist-Batıcı kitlelerin refleksleri hesaba katıldığında sadece bir taktik olarak algılandı.
Gündeme Kürt, Alevi ve Roman açılımları olarak gelen, sonuçta da darbeci vesayet anayasasını tartışmaya açan bu gelişmeler oldukça önemliydi. Açılım tartışmaları köklü çözümler getirmese bile söz konusu sorunların tartışılması imkânını getiriyordu.
Aleviler, Kürtler, Romanlar için düşünülen açılım, bir türlü Müslümanların inanç ve düşünce özgürlüğü, İslam'ı sansürsüz öğrenme ve yaşama hakkı, başörtüsü yasağı, TSK'dan namaz kıldığı için atılan askerlerin durumu, İstiklâl Mahkemeleri'nde keyfî olarak İslam'a duyulan hınçla idam edilen binlerce Müslümanın iade-i itibarı ve 5816 sayılı yasanın kaldırılması gündeme getirilmiyor veya getirilemiyordu. Çevrenin talepleriyle ilgili en büyük engel, Türkiye'deki yargı yapısı ve darbe anayasasıydı. Vesayet rejiminin yargısı, Kemalist ideolojiye göre çevrenin inanç ve kültür yapısını kontrol altında tutsun diye şekillendirilmiş; bu hukuku keyfileştiren totaliter yapı 1960 ve 1982 anayasalarıyla da tahkim edilmişti.
Anayasa'nın değiştirilemez maddeleri başta olmak üzere tümünün değiştirilmesi Türkiye'nin normalleştirilmesi için kaçınılmaz. Ama hem vesayet anayasası bunu engelliyor hem çevrenin siyasal güçleri bu engeli aşmak üzere örgütlenmiş ve çevreyle gereğince bütünleşmiş değildir. Böyle olunca da bu hedefe gitmek üzere değişiklik bazı maddelerle sınırlanıyor ki İslamî kesimde bu konuyla ilgili ilk olarak Özgür-Der, peşinden de 20 Nisan 2010'da yaptıkları ortak basın açıklaması ve imza attıkları ortak basın bildirisi ile İslamî kuruluşlar değerlendirmede bulundular.
Değiştirilemez madde tabusunu reddeden ve kimliklerin özgürlüğü temelinde anayasanın tümünün değişmesi talebini öne süren bu çıkışın arkasında Özgür-Der, Mazlumder, İHH, Akabe Vakfı, AKV, İMH, Medeniyet Derneği gibi İslamî çevrelerin kuruluşları yer aldı. İslam kuruluşların 2010 Anayasa Değişiklik Paketi hakkındaki açıklamalarındaki şu vurgular önemliydi:
"Asıl odaklanılması gereken husus, Anayasa'nın ideolojik içeriği ve otoriter-bürokratik bütünlüğüdür. Temel sorun Anayasa'nın resmî ideoloji dayatmasıdır. Mevcut Anayasa farklı dinî, ideolojik, etnik kimlikleri yok saymakta ve laik-Kemalist Türk ulusal kimliğini tüm topluma dayatmaktadır… En temelde ise Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana sistemli bir biçimde halkın İslamî kimliği ve değerleri aşağılanmakta, dışlanmaktadır.
Biz Müslümanlar açısından sorun, Anayasa'nın bazı maddelerinde değil, ruhunda ve işleyişindedir. Anayasa'yı yapan iradenin halka düşman ve İslam'ı toplumsal hayattan silmeye kararlı bir sistem olduğu gerçeğinin altını bir kez daha çiziyoruz. Bütün bunlara rağmen, sorunun büyüklüğü ve bütüncüllüğü Anayasa metninde yapılacak değişiklikleri önemsiz ya da değersiz kılmaz."
Anayasa değişikliğiyle ilgili sınırlı da olsa konuya hak ve adalet temelinde İslam kimliği ve ilkeleriyle yaklaşma duyarlılığını ifade eden bu bildiriyi, bu tür konularda gardiyanına ilgisiz mahkûmlar gibi davranan veya ilgisinin üzerini küllendiren yaklaşımların aşılması açısından ciddi bir canlılık, hayatın içinde Müslümanca yer alma, birlikte iş yapabilme kardeşliği ve şahitliğe yönelen bir meşveret örneği olarak görebiliriz.
Tabii ki açılım politikalarına ve gündemdeki Anayasa değişikliklerine yaklaşırken kabul veya tepki noktasında öncelikle gözetilecek husus, bu girişimlerin İslam adına değil, yine sistem içinde kalarak görece özgürlük ve insan hakları adına yapıldığıdır. Ama unutulmaması gereken husus, Rabbimiz'in Ehl-i Kitab'la olan ilişkilerimizde bile muhataplarımızı "kantarlarca yük emaneti" ve "bir dirhem emaneti" konusundaki eminlik ve yaklaşım farklılıklarına (3/75) göre değerlendirmemizi istediği meseldir. Yine unutmamamız gereken bir husus da Rum'un yenmesinden ferahlayan-sevinen (yefrahu) ilk Kur'an neslinin, kendi kuşatılmışlıkları ve imkânsızlıkları içinde bağımsız kimliklerini inşa etme faaliyetini bırakıp Rum ordusuna asker yazılmaya gitmemeleridir.
Rabbimiz, "kızıp giden" Yunus (a)'ın veya uzun yıllar verdiği tebliğ mücadelesine rağmen bir gemi mürettebatından fazla insanı ikna edemeyen ama rasullük görevini bihakkın yerine getiren Nuh (a)'ın kıssalarını bizlere boş yere bildirmedi. Cahilî kuşatma altında vahyi sosyalleştirmek ve insanları karanlıktan aydınlığa çıkartarak iki dünya saadetine yönelmek konusunda en önemli örnek ise üsvetul hasene olan Rasulullah ve davasına sahip çıkıp itaat eden iman kardeşleridir. Günümüzde de kuşatıldığımız şartlar altında "müminler kardeştir" (49/10) deyip böyle bir niteliği fikirde, eylemde ve imanda yakalayarak diri bir Kur'an toplumuna nasıl gideceğimizi en başta Sünnet-i Rasul'ün Mekke siretinden Kur'an vahyini nüzul sırasına göre tâlim ederek öğrenebilir, bu doğrultudaki Kur'an talebelerinin sosyal birikimlerini paylaşabiliriz.
Vahyin belirlemediği kültürel ve siyasal şartlara teslim olmadan, hayatın içinde veya arazide Kur'an nesli halkalarını/nüvelerini oluşturabilmek için kendi inşa görevimizi öncelikli bir ibadet göreviyle gerçekleştirebilmeliyiz. Tabii ki bu süreçte Taifleşme değil Yesribleşme şartlarını da gözetmeliyiz.
YAZIYA YORUM KAT