Karadeniz kıyılarından, acı-tadlı esintiler..
Bir haftayı aşkın bir süredir, Samsun’daydım. 30 yıldır Londra’da mûkim ve oradaki İslamî faaliyetlerin içinde bulunan ‘gönül eri’ Yüksel dostumuzun plânlamasına çerçevesinde, onun yakınlarından Yunus isimli bir kardeşin şoförlüğünde (direksiyonu sağda olan) İngiliz sistemli ve plakalı bir arabayla İstanbul’dan yola çıktık.. Almanya’da imrenip de, ‘Bir gün bizim ülkemizde de böyle yollar yapılır mı?’ dediğimiz çok güzel yollardan, İstanbul’dan Samsun’a, 7 saatte gittik..(Otobüsler aynı yolu 11-12 saatte alıyor.)
Yola çıkmadan önce, Star’ın Gn. Yy. Md. Nuh Albayrakbey’e, yolculuk sırasında kısıtlı olabilecek imkânlar yüzünden yazılarımı göndermekte gecikmeler olabileceğini bildirmiştim.. Gerçi, bu süre içinde yazılarımda bir aksama olmadı, ama, hareket halindeyken bile yazmak zorunda kaldığımdan ve ayrıca bazı yerlerde internet bağlantısı çok gecikmeli olduğundan bir takım aksaklıklar ve cümle kaymaları olduysa, okuyucuların, bu, ‘dünün genci’ni mâzur görmeleri ümid olunur.
*
Samsun’a varmadan yaptığımız plâna göre, Doğu Karadeniz sahillerinden Gürcistan sınırına ve hattâ Batum’a kadar da gidecektik. (Hani, Müslüman halkının direnip teslim olmadığı ve teslim alınamadığı halde, 1921’de,Rusya’yla Ankara arasında yapılan bir anlaşmayla ‘açık liman’ adı altında, sessizce Sovyet Rusya’ya bırakılan ve sonra da Rusya tarafından ilhak edilen Müslüman şehri Batum var ya, işte oraya kadar gitmek hayalindeydik..) Ancak, bizim 10 gün olarak belirlediğimiz o seyahat, Karadeniz bölgesinin çok şiddetli Güz Yağmurları yüzünden Samsun ve civarıyla sınırlı kaldı. Ama, o zaman aralığı, Samsun ve çevresine bile yetmedi.. Çünkü, iki seneyi aşkın bir süredir gitme fırsatı bulamadığım baba yurdunda, günler uçup gitti.. Bu arada -mecbûren- yurt dışında kaldığım uzun yıllar esnasında, dünya yolculuklarını tamamladıklarını çook sonralarda öğrendiğim anne- babam ve kardeşlerimden 3’ünün kabirlerini ziyaret etmek imkânı da buldum; (Anadolu’nun iç aydınlığı) Yûnus Emre’nin 800 yıl öncelerdeki mısralarını da mırıldanarak..
‘Şu yalan dünyaya konup göçenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler..
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler.
Kiminin başında biter ağaçlar,
Kiminin başında sararmış otlar
Kimi mâsum, kimi güzel yiğitler
Ne söylerler, ne bir haber verirler.’
Ben bu mısraları mırıldanırken, Yüksel kardeşim ise, ‘Öyle değil ağabey, bu onbinlerce mezarlar ne kadar ibret verici, ne kadar düşündürücü haberler veriyorlar..’ diye ekledi, yerinde olarak.. Evet, dünyaya, sadece kafa gözüyle değil, gönül ve kalb gözüyle de bakarsak, ne kadar çok şey anlatıyor bu mezarlar..
Çünkü, o toprak altında yatanların -çok küçük çocuklar hariç- her birininde bir ayrı dünyası vardı.. Ümidleri, sevgileri, nefretleri, arzuları, kinleri, ya da doymak bilmez iştiha ve tamahları, hırsları, - bazılarının belki de- ‘Küçük dağları ben yarattım!’ havasını yansıtan firavunî gururları vardı. Yani, biraz düşünene çok derin mesajlar veriyorlardı, bu mezarlar...
O ziyaretten sonra.. Baba ocağımın bulunduğu Kavak ilçesi yakınındaki Muradbeyli köyü ve ilçedeki bazı âşinâ isimlerle biraz sohbet..
Kavak’ta, eski dostumuz Belediye Başkanı Şerif Ünbey’e kısa bir ziyarette bulunduktan sonra, daha önce hiç görmediğim iki köye, Bey Köyü’ne gittik, dostumuz Av. Mustafa Bayram’ın öncülüğünde.. Bey Köyü’nde, Samsun çevresinin en büyük Kur’an muallimlerinden ve ilkokul dönemlerimizden itibaren üstadımız olan (merhûm) Sabri Hâfız’ın kabrini ziyaret edip, dualarla andık.. Sabri Hâfız merhûmun torunu, İlâhiyat hocalarından İbrahim Hakkı İnal da refakat ediyordu bize..
Bey Köyü’nün 4-5 km. kadar ötesinde, Rusya’da, 1870’lerdeki ‘Çerkez Katliâmı’ndan kaçarak kurtulan müslümanların Osmanlı’ya sığındığı zaman kurdukları ‘Sıralı’ köyü vardı.. Bu köy, yiğit bir Müslüman’ı, 50 yıl öncelerde Müslüman gençliğin kalesi olan MTTB’nin Gn. Başkanlığını yapan (merhûm) Burhaneddin Kayhan ağabeyimizi de yetiştirmişti.
Sıralı köyü’nün sırtını dayadığı dağın tepesinden köyün üzerine abanmış olan siyah bir yağmur bulutu bize bu bölgeden hemen uzaklaşmamız gerektiğinin işaretini verir gibiydi; biz de öyle yaptık.
*
Ertesi gün, Samsun Üni. İlâhiyât Fak. Dekanı, önceden âşinâlığımız olan Salih Kesgin hocayı ziyarete gittik; Bafra yolunda; Engiz diye bilinen -şimdi ise, ismi her nedense Ballıca diye değiştirilen bölgede..
Buradaki 70-80 kadar kocaman binalar, uzaktan, bir fabrika binası havası veriyordu.. Sonra anlayacaktık, bu konuyu..
Salih Hoca’dan, çalışmalar hakkında bilgi aldıktan ve zengin kütüphaneyi de gezdikten sonra, aynı mekânda bulunan Mimarlık Fak. Dekanı Doç. Halil İbrahim Düzenli hoca bize, o, uzaktan bakınca fabrika izlenimi veren binaları uzun uzuuun gezdirdi, ilginç bilgiler verdi.. Meğer, bu binalar, Samsun’daki Tekel Tütün Fabrikası’nın faaliyetini durdurmasından sonra, çürümeye terk edilen eski tütün hangarları imiş..
İslam mimarîsi ve İslam şehirleri üzerine çalışmaları ve eserleriyle bilinen merhûm Prof. Mimar Turgut Cansever’in hayallerini hayata geçirmenin ve onun sıkı bir takipçisi olduğunun mesajını da veren Düzenli Hoca, sadece teknik bilgiler vermiyor, yapılan işlerin heyecanını da yansıtıyor ve etrafı çam ağaçlarıyla dop-dolu olan, sayıları 70’i bulan ve çürümeye yüz tutmuşken hayata döndürülen bu eski ‘tütün hangarları’nın her birisinde öğrencilerin de katılım paylarını da ekliyordu. Ben ise, eski bina oldukları halde, restore edilmeleri mümkün nice kamu binalarının hoyratça yıkılıp, yerine dev beton yığınlarının dikildiğini düşünüyordum.
*
Bu izahlardan ayrı olarak , akşamları25-30 kişiyi bulan ve her kesimden, çevrelerinde kanaat önderi olarak kabul edilen katılımcılarla yapılan sohbetlerde ise, İslam Milleti’nin temel meseleleri etrafında sualler soruluyor, görüşler açıklanıyor ve bugün ve yarınlar hakkında ümidler ve kaygılar, tarihî arka-plandan aktarılan örneklemelerle zenginleştirilerek gecenin geç saatlerine kadar sergileniyordu.
(Bu konuya inşaallah Cuma günkü yazıda da değinelim.. Çünkü, sadece Samsun ve civarı ve de Türkiye değil, bütün Müslüman coğrafyaları da seriliyordu.)
STAR
YAZIYA YORUM KAT