Kara öfke, ak umut: Malcolm X
Bir uyanmışın, bütün uyuyanları uyandırmaya yeteceğini bizatihi tanıklık ederek gösteren o sancılı hayat, o içli kara türkü, o nihayetsiz öykü; bir ibret okyanusu olarak yeryüzünü titreştirmeye devam ediyor.
Malcolm X şehadetinin 58. yıldönümünde hala ırkçılığa karşı verilen insanlık savaşının ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Malcolm X'in hayatını Ali Emre'nin Haksöz Dergisinin 333. sayısında yayınlanan yazısı:
Acının ve Bataklığın Kollarında
Rahip Reverend Earl Little, kısa bir süre önce katledilen kardeşinin mezarından dönüyordu. Evine giden yolda, bir kadın, gülümseyerek kendisini durdurdu. Meraklanan adama, bir oğlu olduğunu söyledi. Baptist vaiz, karısının yanına gitmeden önce, Missouri Nehri’nin kenarında kurulan Omaha’nın sokaklarında kısa bir yürüyüş yaptı. Şehir, ABD’nin orta batısında bir eyalet olan Nebraska’ya bağlıydı. Farklı renklere, kökenlere, dillere sahip insanların bir arada yaşadığı eyaletin en az yarısı çölden ibaretti.
Grenada doğumlu Reverend, kara elleriyle kara gözlerini ovuşturdu; kısa bir süre, sulara bakarak hayat üzerine yeniden düşündü. Çocukları olduğunda beyazlar kadar sevinemediklerini, doğumda dahi akıllarına hemen ölümü getirdiklerini fark etti. Hiç yakınmayan eski bir hizmetkâr gibi bölgeyi yüzlerce yıldır sulayan Missouri’nin bile ara sıra hızı, rengi hatta istikameti değişiyor fakat beyaz adamın eziyetleri, kötülükleri, ayrımcılıkları yüzünden kendi üzerlerine geçirilen hayat gömleği gövdelerine yapışmışçasına hep aynı kalıyordu.
Rahip, 19 Mayıs 1925’te doğan oğlunun adını Malcolm koydu. Bir mulatto (siyahî ırktan biri ile Kafkas ırkından birinin melez çocuğu) olan ve Georgia’da büyüyen karısının yanında ona güzel bir ömür, yolu sürekli acılara evrilmeyen makul bir talih diledi. Dört kardeşi de beyazlar tarafından katledilen, siyahîlerin Amerika Birleşik Devletleri’nde özgürce yaşayamayacaklarına ve bu nedenle Afrika’ya geri dönmeleri gerektiğine inanan Reverend; Marcus Garvey tarafından kurulan Universal NegroImprovement Association (UNIA) olarak anılan Dünya Siyahîleri Geliştirme Derneği’nin yerel şubesinin başkanıydı. Karısı Louise Norton da Garvey taraftarıydı. Kendi kendini yetiştirmiş Jamaikalı bir siyahî olan Garvey, 1924 yılında iki milyon üyeye ulaşarak Afrika diaspora tarihine geçen önemli bir başarıya imza atmıştı. Garvey’in başarısı ve yükselişi, yeni atanan FBI yöneticisi J. Edgar Hoover’ı rahatsız edince, Jamaikalı lider posta yoluyla dolandırıcılık yapmak gibi kimilerinin gülünç bulduğu bir suçlamayla Malcolm’un doğduğu yıl hapse atıldı.
Malcolm dünyaya geldikten sonra babası ailesini Milwauke'ye götürdü. Burada fazla durmayıp Lansing'e gittiler. Aynı yıl içinde siyahîlere düşmanlık ülke çapında köpürtüldü ve elli bin Ku Klux Klan yanlısı, başkent Washington’da gösteri yürüyüşü yaparak ırkçılığı ve siyah düşmanlığını görünür kıldı, güncelledi, uyuyan akıllara yeniden soktu. Suçlama, kovalamaca ve katliamlar yeniden başladı. Yedi kardeşin dördüncüsü olan Malcolm, böyle zorlu bir süreçte, kurtuluş teolojisine inanan yoksul bir ailede büyüdü. Karşı tepkiyi büyütmekten ve yaymaktan çekinmeyen Garvey’in sloganları arasında siyahî olmaktan onur duymak, ırksal bölücülük ve siyahî bir ulus gibi vurgular da yer alıyordu. Malcolm, haklılık kadar aşırılık da içeren bu tutumlara yatkın bir çocuk olarak büyüdü, kişiliğinin oluştuğu yıllarda ölçüsüz ve coşkulu tepkilere kendini daima açık tuttu.
Öfke ve nefret, gittikleri hiçbir yerde peşlerini bırakmadı. Sataşmaların, tacizlerin, küfürlerin yerini fiilî zorbalık aldı. 1929 yılında, Malcolm 4 yaşındayken, ülkenin birçok bölgesinde korku salmaya başlayan ve kimi yöneticilerden de cesaret alan Ku Klux Klan üyeleri tarafından evleri yakıldı. Aile bu şoku, bu felaketi atlatamadan daha büyük bir zorluk ve yıkımla karşı karşıya kaldı: Rahip Reverend, 1931’de öldü. Ölümünden, siyahî düşmanı ırkçılar sorumlu tutuldu. Babasız kalan Malcolm’un acılar çetelesindeki çentikler, henüz çok küçük olmasına rağmen, büyük bir yekûna ulaştı.
Kalabalık aile, bu ölümün ardından maddi açıdan büyük bir çaresizliğin içine düştü. Psikolojik tahribat ise daha büyük acılara yol açtı. Anne, art arda gelen bu felaketleri göğüsleyecek, bu zorlukların üstesinden gelecek direnci yitirdi. Hüzün, acı, yokluk, çaresizlik, açlık tehlikesi, takibat, yalnızlık, ölüm korkusu; yuvasına ve dolayısıyla kendisine üst üste acımasız darbeler indirmiş, kolunu kanadını kırmıştı. Bir ara, aileye kol kanat germesi umuduyla, biriyle duygusal bir yakınlık yaşadıysa da bu adam onu istismar ettikten sonra kayıplara karıştı. Kadıncağız çektiklerine dayanamadı, çok geçmeden akıl ve ruh sağlığını yitirdiği anlaşıldı ve akıl hastanesine yatırıldı. Yedi çocuğu da birbirinden koparılarak farklı ailelerin yanına yerleştirildi. Siyah inciler, iç dünyalarını yakan acılar ve şaşkın bakışlar eşliğinde, dört bir yana savruldu. Malcolm, annesini hastaneden tam yirmi dört yıl sonra taburcu edebildi.
Evlatlık olarak verildiği evde birazcık rahat yüzü gören Malcolm, Massachusetts’in siyahîlerle dolu bir mahallesinde büyüdü. On üç yaşında iken Islahevi Okulu’na gönderildi, “beyaz adam”la ilgili olumsuz düşünceleri burada kökleşmeye, derinleşmeye başladı. Beyaz insanlarla ilişkileri Refah Kurumu görevlileri ve mahalleden tanıdığı birkaç beyaz çocukla sınırlı olmakla birlikte yaşadığı bazı olaylar bu düşüncelerini keskinleştirdi. İlk bakışta içinde dönendiği şartlarla ve kişiliğiyle çelişiyor gibi görünse de başarılıydı hatta sınıfının en parlak öğrencisi olduğuna dair tespitler dikkat çekmekteydi. Avukat olmak istiyordu. Fakat öğretmenleri, avukatlığı siyahlara yakıştıramayıp marangozluğun kendisi için daha doğru bir seçim olacağını söyleyince, içindeki umut ağacının gövdesine yeniden baltalar inmeye başladı.
Yüksek tahsil hayalleri suya düşen ve geleceğe dair hayallerini teke teker yakmaya başlayan Malcolm, sık sık öfke ve nefrete sapan duygularının, aklına tebelleş olmasını engelleyemedi. Islahevi Okulu’ndan ayrıldıktan sonra, on altı yaşında, Massachusetts eyaletinin merkezi ve en büyük şehri olan Boston’da, siyahîlerin yoğun olduğu Roxbury semtinde yaşayan üvey ablası Ella’nın yanına gitti. Burada yaşamanın, ayakta kalmanın hiç de kolay olmadığını daha ilk günlerde ve o yaşlarda görmesi fazla zaman almadı. Açmazla karşılaşan bir gencin önünde fazla seçenek olmadığı için, ayaklarının kendisini götürdüğü işleri ve mekânları tahmin etmek zor değildi. Diğer taraftan önünü kesen zorluk ve yokluklar, güzel hasletlerinin üstünü örtmek için elini çabuk tuttu. Delikanlı, kendini şehre ve talihe bıraktı. Önce bir konser salonunda ayakkabı boyacılığı yaptı. Ardından, müşterileri siyahlar olan bir lokantada garsonluğa soyundu. İşte bu sırada hem ışıltılı hem de zehirleyici gece hayatıyla da tanıştı. Yine de hayat ona görece farklı pencere açtı. Lokantada tutunamadı ve Boston ile New York arasında sefer yapan trenlerde sandviç satmaya başladı. Fakat bu kez de New York’un büyüsüne kapıldı. Şehirde, siyahîlerin yoğun olarak yaşadığı Harlem’i gördü. Oraya sokuldu. Sandviç satmayı bıraktı, bir barda işe girdi. Çocukluktan henüz yeni yeni çıkmasına rağmen fazlasıyla enerjik ve gözü karaydı, meraklı ve pervasızdı. Çok geçmeden, peş peşe yahut yan yana açılan kötülük sekmelerine dalarak kendini uyuşturucu, kadın ticareti, kumar ve antika eşya hırsızlığı ile çevrelenen kirli bir hayatın içinde buldu. Bu arada, zorunlu askerlik kurulu yetkilileri karşısında yaptığı tuhaf konuşmalar nedeniyle, hakkında “zihinsel yetersizlik” hükmü verildi ve askere alınmadı. Girdiği bu yol elbette çok uzun ve rahat değildi, yolun sonunda başa gelecekler de belliydi. Dört arkadaşıyla, zengin beyazları soymaya koyuldu. 1946’da, henüz yirmi bir yaşın eşiğindeyken, bir tamirci dükkânından saat çaldığı sırada yakayı ele verdi. Yankesicilik ve haneye tecavüz suçlarından yargılandı ve on yıl hapse mahkûm edildi. Charlestown Eyalet Hapishanesi’nde iki yıl yattıktan sonra Concord Hapishanesi’ne nakledildi. Hapishane süreci, onun hayatındaki önemli kırılmalardan, ciddi değişikliklerden birine zemin hazırladı.
Öfke ve Çırpınış
Hapishane; umutları ve beklentileri küçük yaşlardan itibaren felce uğratılan, katliam ve yıkımlarla ailesi paramparça edilen, okuma ve iyi bir meslek edinme hevesi kursağında bırakılan, daima aşağılanan ve hayatın taşrasına itilen siyahî bir delikanlıya sunulan tek yaşama biçiminin doğal bir sonucu gibiydi. Malcolm, ilerleyen yıllarda, bu durumu çeşitli benzetmelere yaslanarak ve aslında içinde ukde olarak kalan eşiklere değinerek kendisi de dile getirdi. Üniversiteyi Harlem sokaklarında tamamladığını ve doktora tezini de hapishanede hazırladığını anlattığı uzun konuşmaları; dikkat edildiğinde okumaya, tahsil yoluyla kendisine ve ailesine yeni bir kader arama arayışının içsel sızmaları olarak görülebilecek ipuçlarıydı.
Doğal ve yasal yollarla gerçekleşmeyen bu tutkusunu, bir mahkûm olarak hapishane şartlarında gerçekleştirmeye çalıştı. Mahkûm arkadaşı John Bambery, ilgileri ve konuşmalarıyla onu etkiledi ve kitaplara yönlendirdi. Hapishane kütüphanesindeki birçok kitabı büyük bir açlıkla okudu. “Bir insanın düşünmeye ihtiyacı varsa, gidebileceği en iyi yer, bana sorulursa, üniversiteden sonra hapishanedir." sözü, sıradanlığı aşan niteliklerin onun mayasında hiç de az olmadığını gösteriyordu. Domuz eti yemeyi ve sigarayı da hapishanede bıraktı. Başkan Truman’a bir mektup yazarak Kore Savaşı’na karşı olduğunu anlattı. Öfkesi hâlâ çok güçlüydü ve arayışlarını da son çözümlemede siyahın beyaza dönük nefreti biçimlendiriyordu. Bu dönemde bir tür “siyahî milliyetçilik”i savunan ve hatta Tanrı’nın da siyah olduğunu söyleyen Elijah Muhammed’in görüşlerinden haberdar oldu. Neredeyse hepsi onun anlattığı çerçevede “Müslüman” olan kardeşlerinden bazılarıyla görüşmeye ve mektuplaşmaya başladı. 1948’in sonlarında nakledildiği Norfolk Hapishanesi’nde, kardeşleri aracılığıyla Elijah Muhammed’le de bizzat mektuplaştı. Malcolm, Hıristiyanlıktan başka din tanımıyordu ve beyaz adamın dini olarak gördüğü bu dinden de nefret ediyordu. Bu önlenemez kin ve düşmanlık; bütün eksiklik, zaaf ve hatta saçmalıklarına rağmen yeni bir şey söyleyen ve önünde farklı bir pencere açan Elijah’ın görüşlerini benimsemesini kolaylaştırdı. Özgür, öfkeli ve âsi kara kartal; kendisine uygun bir yer, özgür ve canlı bir yuva bulmak için sürekli kanat çırpıyor fakat önünde fazla seçenek de göremediği için yanlış ya da çürük dallara konuyordu.
Malcolm, altı yıl yattıktan sonra, şartlı tahliye ile 1952’de hapisten çıktı. Kendisini değişmiş, yenilenmiş hissediyordu. Hâlâ enerjikti. Çıkışta kısa bir süre düşündü ve Harlem’e değil, Detroit’teki kardeşinin yanına gitmeye karar verdi. Sokak serserisinin yerini, o yıllarda ABD’de çeşitli tahrifatlara uğrayan fakat hızla yayılan İslam dininin ateşli bir temsilcisi almıştı. Hiç vakit kaybetmeden, Wallace D. Fard tarafından kurulan ve Elijah Muhammed (Elijah Poole) tarafından yönetilen siyahî bir Müslüman grup olan “Nation of Islam”ın saflarına katıldı. Şikago’ya giderek hareketin önderini ziyaret etti. Aynı yıl, Little’ı terk ederek X soyadını kullanmaya başladı. Bunun birçok anlama gelecek simgesel bir değeri vardı. Geçmişin üzerine konan bir çarpı işareti gibi görmek mümkündü. Bağlandığı yeni davasının isimsiz, mütevazı bir hizmetkârı olduğunu işaret eden bir çağrışıma sahipti. Alex Haley’in hazırladığı otobiyografisinde, tanımasının artık imkânsız olduğu Afrikalı atalarının soyadını temsil ettiğini belirterek kendisi konuya açıklık getirdi: “Artık benim için ‘X’, mavi gözlü şeytan olan beyaz köle efendileri tarafından atalarıma zorla verilen ‘Little’ soyadının yerini almıştır.”
Elijah Muhammed Poole, Müslümanlığın insanlığa değin temel perspektifiyle hiç alâkasız bir şekilde toplumu siyahîlerin hâkimiyeti altına almayı da vaat ediyordu, gayet makul bir söz alışla adaletsizliğe ve ırk istismarına son vermeyi de. Kaybolup giden hayatları bu eksende yeniden inşa etmeyi savunan hareketin bağlıları sayıca henüz çok azdı. Dinamik, çalışkan ve teşkilatçı delikanlı, kısa bir süre içerisinde Elijah’ın dikkatini çekti ve güvenini kazandı. Irkçı zulme karşı durulması gerektiği tasavvuru, ona zaman zaman kendi idealleriyle de süslediği çok sayıda alanda ilham veriyordu. Elijah onu “yardımcı hatip” unvanıyla teşkilât çalışmaları için çeşitli yerlerde, son olarak da çok iyi bildiği Harlem’de görevlendirdi. İki metreye yakın boyuyla, iyi giyimiyle, heybetli ve karizmatik görünüşüyle dikkat çeken Malcolm, büyük değer verdiği liderinin adeta her yerde ve her fırsatta “konuşan ağzı” hâline geldi. Şeytan diye nitelendirilen “beyaz adam”dan kurtulmayı amaçlayan, sözünü sakınmayan, korkusuz, hararetli bir hatip olarak siyahîlerin yaşadığı yerleşimleri ardı ardına hareketlendirdi ve heyecana boğdu. Malcolm’un dur durak bilmeyen bu çabaları, mensubu olduğu hareketi, mancınıkla fırlatılmış gibi çok ileri noktalara taşıdı. Birkaç yüz kişiden ibaret “İslam Milleti” hareketi, birkaç yıl içinde elli bine yakın insanı kendisine bağladı.
Malcolm X, Ocak 1958’de, bu hareketin içinde yer alan ve konferanslarını düzenli olarak takip eden Betty Sandersile evlendi. Altı çocukları oldu. Altısı da kız olan çocuklarına Attila (1958), Kubilay (1960), İlyasa (1962), Cemile Lumumba (1964), Melike (1965) ve Melek (1965) adlarını verdi. Bu adların bazılarının, Batılılara duyulan kinin izlerini taşıdığı için tercih edildiği yorumları yapıldı. Attila adlı kızı, 1992’de yapılan bir söyleşide adını Hun imparatoru Attila’dan almadığını, asıl şekli olan Attallah’ın Arapçada “Allah’ın hediyesi” anlamına geldiği için kendisine ad olarak verildiğini söyledi. “İlyasa”, hareketin önderi Elijah’ın adının özgün şekliydi ve bu niyetle verilmişti. “Lumumba”, Malcolm X’le aynı yıl doğan, Kongo’nun Belçika sömürgesinden kurtulması için mücadele eden ve ülkenin ilk başbakanı olarak tarihe geçen, ancak darbeyle görevden alınan ve Ocak 1961’de işkence edilerek öldürülen Patrice Lumumba’nın hatırasını yaşatıyordu. İkizleri Melike ile Melek ise babalarının katledilmesinden kısa bir süre sonra dünyaya geldiler.
Çok iyi bir hatip olan, kendi yaşadıklarını ve gözlemlerini sözlü bir silaha dönüştürme noktasında hünerleri hiç bitmeyen, hapishanede okuduklarından özlü ve etkili cümleler yontmayı çok iyi beceren Malcolm; gazetelere mülâkat vermeyi, televizyonlarda konuşmayı da ihmal etmedi. Daha mülayim görünen siyahî önderleri, sözgelimi eşit vatandaşlık hakkını ve beyazlarla entegrasyonu savunan Martin Luther King’i de çok yetersiz bulmakta, en hafifi “takoz”, “yardakçı” olan sıfatlara da yer vererek fırsat bulduğu her anda eleştirmekteydi. Sözü yükselmiş, sesinin yankısı bütün ülkede hissedilir hâle gelmiş, cesareti hiç umulmadık kişileri ayağa kaldırmıştı. Kendisi de bunun farkındaydı. Kameralar, mikrofonlar, tanınmış gazeteciler karşısında başı hiç dönmüyordu. Bazen gerçeğin bir kısmını görmesine engel olan, onu zaman zaman körleştiren bu etkileyici özgüven; alttan almayı tamamen kovmasını sağlamış fakat başka türlüsünü düşünmenin önünü de büyük ölçüde tıkamıştı. Pervasızdı. Yıkıcıydı. Sözleri gürz gibiydi. “Evet, ben radikalim; çünkü benim halkım bu ülkede aşırı derece kötü durumda.” diyordu kendisini tanımlarken; peşinden gelen cümle o kadar kesin, köşeli ve okkalıydı ki ikinci bir aşamayı kabul etmiyordu: “Bana radikal olmayan bir siyahî gösterin, size bir akıl hastası göstereyim.”
1959 yılına kadar New York’tan Los Angeles ve Atlanta’ya dek birçok yerde kırka yakın “İslam Milleti” mabedi açıldı. Bunların çoğunda Malcolm’un emeği, katkısı vardı. Hareket, başka alanlara da el atıyordu elbette. Birçok okula ve işyerine sahip olmuşlardı. Kendilerine ait emlak şirketlerini yönetiyorlardı. Ülkenin birçok bölgesine gönderilen bir gazeteye, otuza yakın radyo istasyonu eşlik ediyordu. “Bizden niye bu kadar nefret ediyorsunuz?” diye sordu bir gün beyaz bir muhabir. Malcolm, hınç ve öfkeyle gürül gürül akan simsiyah bir şelale gibi üstüne döküldü muhabirin: “Bizi yüzyıllar önce buraya getiren; tarihimizden, kültürümüzden, dilimizden ayıran; hayvan gibi alıp satan beyaz adamdan niçin nefret ettiğimi nasıl sorabiliyorsun? Bu, bir tecavüzcünün iğfal ettiği kızcağıza, benden niye nefret ediyorsun, diye sorması gibi bir şey. Artık siyahlara söyleyecek sözünüz kalmadı. Sizin süreniz doldu, geminiz kalktı. Beyaz şeytanı çalkantılı denizlerde, sert rüzgârlar bekliyor. Zalimler devrilmeye mahkûmdurlar, beyinleri yıkanmış Tom Amcalar da birlikte helâk olacaklar!”
1960 yılının Eylül ayında, Birleşmiş Milletlerde Afrikalı milletler hakkındaki resmî toplantılara davet edildi. Mısır’dan Cemal Abdunnâsır, Gine’den Ahmed Sékou Touré ve Zambiya Afrika Ulusal Kongresinden Kenneth Kaunda ile bir araya geldi. Fidel Castro da kurula katıldı ve Malcolm X ile tanıştı. Bir süre baş başa görüştükten sonra kendisini Küba’ya davet etti.
Eleştiri dili çok güçlü ve keskin olan Malcolm; istekleri, hedefleri sorulduğunda aynı performansa ve zihin açıklığına sahip değildi. Bazen oldukça radikal fakat çok genel hatta basit taleplerin dizgesinden kurtulamıyordu. “Kansız devrim”den söz ediyordu mesela. Batı kültür ve medeniyetinin dayandığı, üzerinde yükseldiği Yahudi-Hıristiyan perspektifin bizatihi ırkçı olduğunu vurguluyordu. Afrika’ya dönmeyi savunuyordu. Daha somuta ve güncele indirgediğinde retorik işlemez hâle geliyor ve taleplerin evleği küçülüyordu: Dışlanmamak, okumak, meslek ve mevki sahibi olmak, beyazlara ait tuvaletleri kullanabilmek, parklar ile tiyatrolara ve benzer yerlere rahatça girebilmek… Bunların yetersiz olduğunu kendisi de fark ettiğinde, en azından geçici olarak, Amerika’da kendilerine bir ülke verilmesini talep etti. Zamanla, şiddet karşıtlığının da bir masaldan ibaret olduğunu vurguladı.
60’lar, dünyanın birçok bölgesinde, özgürlük taleplerinin yüksek sesle dillendirildiği yıllardı. Belki bunun da etkisiyle ABD’de devletin ezici, baskıcı gölgesi hemen üstlerine çökmedi. İzlediler ve daha sonraki bazı beyanlara ve dahası suikasta bakıldığında hareketin içine ajanlar yerleştirdiler. Çatırtı ve sıkıntı, hareketin kendi içinden geldi. Malcolm ile Elijah arasındaki sıcak ilişki, giderek bozulmaya başladı. Henüz otuzlu yaşlardaki bu ateşli adamın başarısı ve şöhreti, Elijah Muhammed’i korkuttu. Hareketin diğer liderleri de kıskançlıklarını ve eleştirilerini gizlemediler. Geri adım atmayan Malcolm, tam bu sırada liderinin özel hayatıyla ilgili söylentilerden haberdar oldu. İki eski sekreteri, çocuklarının babası olduğu iddiasıyla Elijah aleyhine nafaka davası açınca ipler kopma noktasına geldi. Kasım 1963’te Başkan John F. Kennedy suikastı üzerine söylediği “Yapılan kötülük, eninde sonunda sizi tekrar bulur.” sözü bağlamından koparıldı, çeşitli tepkilere yol açtı, en hafifinden duygusuzluk ve saygısızlık olarak görüldü. Paniğe kapılan Elijah, Malcolm’a doksan gün konuşma yasağı getirdi. 80’lerin sonlarına doğru, Malcolm’un hayatını ve düşüncelerini aktaran bir kitap yazan George Breitman, gerginliğin asıl nedeninin, hareketin bir anda militan bir karakter kazanmasından duyulan endişe olduğunu söyleyecekti. Birçok gazete, onu, şiddet içeren konuşmalar yapmakla suçluyordu. Kendisini hedef alan yazılar artmaya başlamıştı. Alex Haley, bütün bunların Malcolm’un siyahîler üzerindeki etkisini azaltmadığı kanaatindeydi. Karşıt ya da orta yolcu bütün tepkilere rağmen, Amerika’da bir isyan başlatabilecek ya da bastırabilecek tek siyahî olarak görülüyordu.
Malcolm, susmak yerine kopmayı tercih etti. Sancılı geçen birkaç ayın ardından Mart 1964’te, Elijah Muhammed ve Nation of Islam hareketinden ayrıldığını duyurdu. Bu tavrıyla, ifade özgürlüğüne tekrar kavuştu ve yeni bir düşünme, sorgulama sürecine girdi. Altyapısı epeyce güçlenmiş ve bağlıları hızla artmış olsa da “İslam Milleti”; din bilgisi, bilinci, pratiği sürekli sorgulanan, Müslümanlığa aidiyeti bazen pamuk ipliğine bağlıymış gibi görünen bir hareketti. Kurucuları, neredeyse ilahlaştırılıyordu. Yanı yöresi mitleri aratmayan inançlarla, hurafe ve bidatlerle dolmuştu. Farklı bir ırkçılığı öne çıkarıyordu. Yeri geldiğinde İslami sembolleri kullanıyor ancak yerleşik ya da zorunlu uygulamaları ya yok sayıyor ya da kendisine göre yeniden şekillendiriyordu. Hareketin üyeleri Ramazan ayında oruç tutmuyorlardı, hacca gidene de rastlanmamıştı. İnançları eklektik yahut bozuktu. Bir tür ayine benzeyen ibadetleri, Müslümanların kıldığı namaza çok az benzemekteydi. Elijah, son zamanlarda, çeşitli mücadele yollarını bünyesinde toplayan cihad anlayışını da terk etmişti. Malcolm, bu yapıdan ayrıldıktan sonra, ilk elde en azından siyasal çalışmalarını sürdürmek için “Müslim Mosque” adlı yeni bir örgütlenme içine girdi. Bu arada hem konuşmak hem de biraz dinlenip düşünmek için, eşiyle birlikte, o sıralarda Müslüman olduğunu duyuran boksör Muhammed Ali’nin yanına gitti.
Tefekkür ve sorgulamaları sonucunda İslam anlayışı yavaş yavaş değişmeye başladı. Sünniliğe yaklaştı. Bütün beyazların şeytan olduğu görüşünden vazgeçti. Okumaya devam etti. Müslüman ülkelerin duyarlı diplomatlarıyla görüşerek İslamiyet hakkında bilgi edinmeye çalıştı. Öteden beri aklında olan Afrika ile köklerin korunmasını, ilişkilerin canlı tutulmasını savunan Afro-Amerikan tezini canlandırmak ve hacca gitmek amacıyla Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde bir seyahate çıktı.
Yeniden Doğuş
Malcolm, hayatının son aylarına, özellikle de son yılına birçok şeyi sığdırmayı başardı. Kökleri başka yerde olsa da Batı’nın kara kartalı, kanatlarını çeşitli engellere çarpa çarpa, kanata kanata çok hızlı yol aldı ve gerçek menzillere ulaşma yolunda ciddi bir çaba sarf etti. Saymakla bitmeyecek hünerleri de bu eksende yeniden canlanma, işlenme, onarılma ve tashih edilme imkânı buldu. Seyahat, onu yeni bir doğuşa götürdü, bulanların arayanlar olduğu gerçeğine can verdi.
Güzergâhı üzerindeki Kahire’den kalkan uçakta, pilot, onur konuğu gibi gördüğü Malcolm’u kokpite davet etti. Fakat çok kısa bir süre sonra işler tersine döndü ve Cidde Havalimanında Suudi yetkililer onu gözaltına aldılar. Aksilik, ayaklarını sırtına vururcasına büyük bir hızla ilerledi ve kendisine mahkeme celbi bile verildi. Ancak ertesi gün Abdurrahman Azzam’ın oğluyla irtibat kurdu ve onun yardımıyla Cidde’de bir otele yerleşti. Daha sonra, Kudüs’ün kurtuluşu için cihad ilan eden, “İslam Konferansı Örgütü”nün kurulmasını sağlayan, Batı’ya karşı oldukça mesafeli ve öfkeli bir siyaset izleyen Prens Faysal’la sohbet etme imkânı buldu. Faysal bir yıl sonra kral oldu, hassasiyetini ömrü boyunca korumaya çalıştı fakat ABD’den yeni dönen yeğeninin suikastı sonucunda 1975’te öldü.
Mekke’ye ilk gittiği dönemde, Malcolm X’i yerleşik kabullere göre, makul bir Müslüman olarak nitelendirmek zordu. Orada, hayatı ve fikriyatı ciddi bir inkılâba uğradı. Aklı bir an durdu. Bütün eksiklerine rağmen “Müslümanların yıllık kongresi” olarak nitelendirilebilecek bu büyük ve toplu ibadette, bu müşterek salih amel esnasında, ahdi ve kardeşliği yenileyen bu kapsamlı buluşmada, sınırları, ırkları, renkleri, dilleri, mezhep ve meşrepleri aşan bu arınma ve bağlanma cehdinde Malcolm da yeni bir besmele çekti. Gördüklerinden ve yaşadıklarından fazlasıyla etkilendi. O insan denizinin içine girdi; arındı, değişti, hem zalimlerin kurduğu barikatları hem de kendi kendine ördüğü çitleri teker teker aşmaya başladı. Dünyanın dört bir tarafından gelen farklı ırklardan Müslümanlarla tanıştı ve ırk ayırımına dayanmayan bir din anlayışına ulaştı. Önünde yeni bir eşik ve taptaze bir menzil belirdi. “Siyahî bir Müslüman olarak şu an özür dilememe neden olan birçok şey yaptım. Bir hortlak gibiydim. Bana hep belli bir yön işaret edilmiş ve o istikamette yürümem söylenmişti.” sözleri, geçmişiyle hesaplaşmadaki özgüvenini göstermekteydi. Bu değişmeyi, bu dönüşümü, bu taze başlangıcı yeni bir ad değişikliğiyle de perçinlemek istedi ve hayatının kalan bölümünde el-Hâc Mâlik eş-Şahbâz adını kullandı. Mekke’den Amerika’daki bir arkadaşına yazdığı bir mektupta Hz. İbrahim’in, Hz. Muhammed’in ve diğer bütün peygamberlerin mekânı olan kutsal topraklarda bütün ırk ve renklerden insanlarda gördüğü kardeşlik ruhunu, konukseverliği anlatıyor; her renkten insanın gösterdiği bu cana yakınlık karşısında büyülendiğini söylüyordu. Amerika’nın, ırk problemini ortadan kaldıran İslam’ı anlamasının şart olduğunu vurguluyordu. Harlem’in dayattığı yaşama biçimine tam bir tezat oluşturan hac hayatı, Malcolm için toplumsal bir cennette kısaca gezinmek gibi bir anlam ve işleve sahipti. Bu dönemde çekilen çoğu fotoğrafta, öncekilerin aksine, yüzüne bir tebessüm hâkimdi. Kendi ifadesiyle “nefret ve şiddete dayanan eski fikirleri” bir kenara bırakmıştı. Kaleminden sayfalara yeni tecrübelerinin, yeni duygu ve düşüncelerin coşkusu akıyordu. Tarafsız bir tavır sergileyerek kendisiyle alay etmeyi başardığı da söylenebilirdi. Harvard Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada “Eskiden Elijah’ın görüşlerini papağan gibi tekrarlardım. Artık papağan kafesten kaçtı.” diyerek espri yapıyor, geçmişinin üzerine yeni bir çizgi çekiyordu.
Malcolm X; daha önce Birleşik Arap Cumhuriyeti, Sudan, Nijerya ve Gana’yı Elijah Muhammed’in düzenlediği bir Afrika turu sırasında ziyaret etmişti. Hacdan sonra 1964’te kara kıtayı ikinci kez adımladı. Mayıs ayının sonlarına doğru ABD’ye döndü ve Temmuz ayında üçüncü bir seyahat daha gerçekleştirdi. Bu ziyaretler sırasında çeşitli mülâkatlar verdi. Bunun yanında Mısır, Etiyopya, Tanganika, Nijerya, Gana, Gine, Sudan, Senegal, Liberya, Cezayir ve Fas gibi ülkelerde radyo ve televizyonlarda konuşmalar yaptı. Kahire’de, Afro-Amerikan Birliği Örgütü’nün temsilcisi olarak Afrika Birliği Örgütü toplantılarına ikinci kez katıldı. Bu ziyaretinin sonlarına doğru, kıtanın önde gelen bütün liderleri ile bir araya geldi. Gana’dan Kwame Nkrumah, Mısır’dan Cemal Abdunnâsır ve bağımsızlık mücadelesinden yeni çıkan Cezayir’den Ahmed bin Bella, Malcolm X’ten kendi hükümetleri için çalışmasını istedi. Ibadan Üniversitesi’ndeki konuşmadan sonra, Nijerya Müslüman Öğrenciler Birliği tarafından kendisine “yuvasına dönen evlat” anlamına gelen “Omowale” unvanı verildi. Afrika’dan dönerken Paris ve Londra’ya uğradı ve bu şehirlerde de konferanslarına devam etti. Londra’da katıldığı bir münazara büyük bir ilgi gördü ve BBC tarafından yayımlandı.
Malcolm, ABD’de arkadaşlarıyla kurduğu “Müslüman Camisi” ve “Afro-Amerikan Birliği Örgütü” tarafından periyodik olarak düzenlenen toplantılara katıldı, üniversite kampüslerinde en çok rağbet gören konuşmacılardan biri oldu.
21 Şubat 1965’te, Harlem’de, yüzlerce insana seslenirken üzerine kurşun yağdırıldı. Günün siyah önlüğü bir anda kanla doldu. Yürüyüş, arayış ve çırpınış; acılı çehrelerin karşısında iç burkan bir kıyımla sona erdi.
Ölümünden kısa bir süre önce kendisine ve ailesine yönelik tehditler gelmeye başlamıştı. Bazı dergilerde, onu kafası koparılmış bir şekilde gösteren karikatürler vardı. Elijah’ın hatipleri tarafından “yok edilmesi gereken bir münafık” olarak nitelendiriliyordu. Önce arabası, sonra da evi kundaklanmıştı. Bu gelişmelere bakarak, fazla yaşatılmayacağını hissediyordu. Eylül 1964’te Ebony dergisi, elinde tuttuğu bir tüfek ile pencereden dışarıya baktığı ve tüm bu tehditlere meydan okuduğu fotoğrafı yayımlamıştı. O sıralarda kendisiyle sürekli görüşerek biyografisini yazmakta olan Alex Haley’e “Bu kitap çıktığında eğer hâlâ hayattaysam, bu bir mucize olur.” demişti.
Kitabın yayımlanmasından birkaç hafta önce, yeni bir özgürlük muştusunu ayaklandıran kartalın kanatlarını kırma emrini alan silahlı altı kişi, konuşma yaptığı kürsüye yaklaştı. Yakın mesafeden Mâlik eş-Şahbaz’a defalarca ateş etti. Yirmi bir yerinden kurşun izi çıktı. Öldüğünde daha otuz dokuz yaşındaydı. Suikastın bazı yönleri bir muamma olarak kalmakla birlikte, üzerinde en fazla konuşulan ihtimal Elijah Muhammed ve CIA işbirliğiyle gerçekleştirilmiş olduğu yönündeydi. Korku atmosferine rağmen cenazesine otuz bine yakın insan katıldı. Ölümünden sonra da Müslümanlar, özgürlükçüler, insan hakları savunucuları, sosyalistler ve daha birçok grup kendilerinde Malcolm X ile özdeşleştirecekleri bir nitelik bulmakta zorlanmadılar.
Zulüm, haksızlık, nefret ve dehşet dolu bir dünyada, bataklığın dibini gören biriydi o. Aynı zamanda, önüne çıkarılan engellere ve yüzüne kapanan bütün kapılara rağmen, başını sağa sola vura vura bir çıkış, bir yol arayan ve bu çırpınıştan, bu cehdden asla vazgeçmeyen, başkalarını da koluna takarak özgürlük türküsünü gövdeleştiren bir umut savaşçısıydı. Dahası, yeri geldiğinde yalnızlığı ve bütün bir dünyayı karşısına almayı tercih eden, hep bıçak sırtında yaşayan, üstüne geçirilen kirli giysileri ata ata gerçek ve salih bir mümin olma yolunda azimle yürüyen, aramaktan bıkmayan ve ulaştıklarını kardeşleriyle paylaşan sıra dışı ve etkileyici bir mücadele adamıydı.
Bir uyanmışın, bütün uyuyanları uyandırmaya yeteceğini bizatihi tanıklık ederek gösteren o sancılı hayat, o içli kara türkü, o nihayetsiz öykü; bir ibret okyanusu olarak yeryüzünü titreştirmeye devam ediyor.
HABERE YORUM KAT