Kan ve İnanç – Kitap-
Sitemiz okuyucuları için kitap değerlendirmelerine devam eden Asım Öz, bu hafta Aliza Marcus 'un Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi'ni ele alıyor.
Kan ve İnanç, dünden bugüne PKK’nın hikâyesini, oluşumunu, iç tartışmalarını, infazlarını, tek adam otoriterliğini bütünüyle ele almaya çalışan bir kitap.
Asım Öz / Haksöz Haber
PKK'nın Güneydoğu'daki faaliyetinin başarısının dikkatli bir plan izlemesi ve cesaret göstermesi kadar, hiç de azımsanmayacak sebatından kaynaklandığını belirten Aliza Marcus “PKK kontrolünü her tür yeni, sivil başkaldırıyı yönetecek biçimde yasal örgütlenmelerin içine doğru genişleterek yapmayı planlıyordu: Uzun zaman önce, asilerin savaşını, Türkiye'nin Kürt bölgesi üzerinde denetim gücü iddiasında bulunamayacağı bir noktaya getirmek vaadinde bulunmuştu.” diyordu sanki bugünleri anlattığı akıcı ve yorum gücü yüksek kitabında. Ardından doksanlı yıllar özelinde şunları ifade ediyordu: “Türkiye'de siyasal sistem Kürt sorununu ele almak için hiçbir zaman esaslı bir irade göstermemişti.”
2007’de ABD’de yayımlandığında büyük ilgi gören ve eylemleri, stratejileri ve yaklaşımı 1983-95 yıllan arasında biçimlenmiş olan PKK konusunda bugüne dek yazılmış “en nesnel” ve “kapsamlı” çalışma olarak nitelenen Kan ve İnanç, Aliza Marcus’un yıllara dayanan emeğinin ürünü. Mehmet Ali Birand’ın “PKK’ya soğukkanlı yaklaşıyor. Taraf tutmuyor, terörü de yüceltmiyor. Örgütü didik didik araştırıyor ve her aşamasını, gerekçeleriyle anlatıyor. Ben şimdiye kadar PKK’nın bu kadar ayrıntılı bir yol haritasını görmedim” dediği kitap, örgütün eski militanlarıyla yapılmış yoğun görüşmeler yanında toplamda yüze yakın kişi ile yapılan söyleşilerden ve yazarın PKK ve Kürt Hareketi 1989-1996 yılları arasında yoğun bir biçimde tuttuğu notlardan, hazırladığı haber metinlerinden de yararlanılarak bir bütüne kavuşmuş.
PKK'nın 1980'ler ve 1990'Iar boyunca sürdürdüğü silahlı mücadelesini aynı zamanda Türkiye'de Kürt siyaseti ve Kürtlerin ulusal söylemleri üzerinde denetim kurma çabasını ayrıntılarıyla inceleyerek, PKK militanlarıyla görüşen ilk Batılı gazetecilerden biri olan Marcus, 1989’dan beri Güneydoğu’daki gelişmeler, Kürt sorunu ve PKK hareketi hakkında haberler yapmış, makaleler yazmış ve hatta bunlardan biri dolayısıyla yargılanmış bir isim. 1995'te, Reuters'in İstanbul muhabiri olarak çalıştığı sırada İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi yazarı ırka dayalı nefreti tahrik etmekle suçlayarak hakkında dava açtı. Davanın sebebi Türk askerlerinin köyleri boşalttırmasını konu edinen bir yazısının Türkiye’de yayın yapan ve Reuters haber ajansına abone olan bir Kürt gazetesi tarafından kullanılmasıdır.
Örgütün İçinden Sesler
Marcus’un eski PKK üyeleri, bölge halkı ve süreci yakından takip eden politikacılar ve hukukçularla yaptığı röportajların yanı sıra, resmî kaynaklardan, dönemin komutanlarının yazdıkları metinlerden, köşe yazılarından ve gazete haberlerinden yararlanarak ortaya çıkardığı Kan ve İnanç, dünden bugüne PKK’nın hikâyesini, oluşumunu, iç tartışmalarını, infazlarını, tek adam otoriterliğini bütünüyle ele almaya çalışan bir kitap.
Yazarın PKK’yı anlamak için hayatları bir biçimde PKK ile kesişen isimlere odaklanması da çalışmanın değerini arttırmakla kalmıyor; tezlerinin donanımlı olmasını da sağlıyor. Çalışma Türkiye'deki Kürt sorununu anlama sürecinde PKK'nın tanıması gerektiği üzerinde durmasını şu sorular üzerinden gerekçelendiriyor: “Örgüt Türkiye'deki Kürtler ve Kürt siyaseti üzerindeki kontrolünü nasıl sürdürebildi? Genç erkeklerle kadınları sivil hayatlarından vazgeçip bağımsız bir devlet için savaşmak üzere dağlara çıkmaya yönelten ne? Kürtler, yoksul oldukları ve başka bir seçenekleri bulunmadığından mı, yoksa örgüte ve hedeflerine tam manasıyla inandıklarından mı PKK'ya katılıyorlar?”
Marcus, örgütün nasıl işlediğini, takipçilerini nasıl yönlendirdiğini kavramak için çalışmasının bir kısmını PKK’dan ayrılmış isimlerle yapılan görüşmelere dayandırmasının eleştiriler aldığı üzerinde de durmayı gerekli görüyor. Ne var ki yazar bu eleştirilerin temelli olmadığını vurguluyor. Yazar, örgüt içindekilerin örgütü ve Öcalan’ı eleştirebilmenin mümkün olmamasından dolayı PKK hakkındaki, görüşmelerini eski üyelerle sınırlamış. Kitabın çekirdeğini PKK’nın eski üyeleriyle görüşmeler oluştursa ve asli yapıyı yahut kitabın çatısını bu husus kursa bile, yazarın tek veri kaynağının bu görüşmeler olmadığını da belirtmek gerekli. Çünkü Kan ve İnanç “PKK'ya muhalefet eden tanınmış Kürtlerin yanı sıra bağımsız Türk ve Kürt eylemcilerle yapılan görüşmelerden, örgütün eski bağlantıları üzerine bilgi sağlayan bir dizi yabancı kaynaktan elde edilmiş verileri harmanlıyor.”
Abdullah Öcalan’ın yakalanışının ardından ekranlara da yansıyan uysal duruşu ve PKK’ya yaptığı silahsızlanma çağrısı PKK üyelerinin çoğunu hayal kırıklığına uğratmış ve gruptan ciddi kopmalar başlamıştı. İşte tam bu sırada serbestçe konuşabilen ve yapıyı anlatan isimlerin ortaya çıkması yazarda Kan ve İnanç’ı yazma düşüncesini oluşturmuş.
PKK’nın sadece Öcalan olarak algılanmasının sıkıntılarına, Öcalan’ın hapiste oluşuna karşın PKK'nın ayakta ve denetim altında kalmaya devam ettiğini göstermenin bir yolu olarak 2004 yılında tekrar silahlı eylem için toparlanışını ve 2006’dan itibaren silahlı eylemlerde bulunuşuna değinen yazar 1999 sonrasında yaşananları şöyle özetliyor: “Türkiye'nin 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan'ı yakalaması ve hemen ardından Öcalan'ın ayrılıkçı savaşı askıya alma kararı, Türkiye için büyük bir zafer olarak nitelenmişti. Başlangıçtaki bu coşkulu hava, isyan grubunun çökmüş olduğuna inanmayı kolaylaştırıyordu. Ne var ki, savaşın sonu ne PKK'nın sonu ne de Türkiye'deki Kürt sorununun sonu anlamına geliyordu. On yıldan fazla bir zamandır Türkiyeli Kürtlerin başlıca politik örgütlenmesi olan PKK, denetim erkini ve etkisini sürdürdü. Türkiye, yeni barış koşullarına rağmen, Kürtlerin taleplerini dinlemeye yanaşmayarak Kürt sorununu canlı tuttu.”
PKK’nın 2003 yılında ABD öncülüğünde Irak'a girilmesinin ardından Irak’ın kuzeyinde yaşananlardan da endişelendiğini ve geri plana düşme korkusu yaşadığını belirten yazar gelişmeleri hem bölge hem bölgeler arası ilişkilerde öne çıkan yapılar üzerinden de okuması ile kitabında kullandığı malzemeyi genel olarak çok iyi örgülemiş. Yazarın kitabını yazmasından sonra PKK dışı Kürt siyasetinin de görece eridiğini belirtmek gerekir. Örneğin kitap yazıldığında Şerafettin Elçi bu yapının dışında bir varlık alanı oluşturma çabasındayken şimdi bir anlamda örgütün söz alanı içinde siyaset yapan BDP’ye yakın bir siyasi konuma evrilmiş durumda.
Hareketin ilk destekçilerinin toplumsal kökenleri üzerinde de duran Marcus, PKK’nın ilk takipçilerinin genellikle üniversite ve öğretmen okulu öğrencileri ya da okullarını bırakmış gençlerden oluştuğunu ve ağırlıklı olarak da köylü nüfusundan geldikleri tespitini yapıyor. Gençlerin çoğunun doğdukları toprakların dışında okumaları onların politik kimliklerinin oluşumunda etkili olur. Başlangıçta harekete katılanların lümpenliği üzerinden yapılan çözümlemelere eleştirel yaklaşarak şunları ifade eder: “Sık sık iddia edildiği gibi PKK'nın Kürt toplumunun "lümpen"lerini kendine çektiği doğruydu, ama gözden kaçırılan nokta, başlangıçtaki yandaşların çoğunun kendilerini yoksulluğa gömülmüş, eğitimsiz "lümpen" çevrelerinden sıyırmış olmalarıydı. Bunlar, eğer yola devam etselerdi, ebeveynlerinin hiçbir zaman hayal edemeyeceği kadar rahat hayatlara sahip olabilecek genç erkekler ve çok az sayıda olmakla birlikte genç kadınlardı. Aslında, yirmili yaşlarındaki bu Kürtler, iyi Türkçeleri ve yüksek öğrenimleriyle, Türk toplum ve kültürüne asimile olması beklenen insanlardı. En azından Ankara'nın planı buydu. Ne var ki, Ankara'nın bütün çabalarına rağmen, Kürt kimliğini, dolayısıyla Kürt ulusalcılığını ortadan kaldırmanın imkânsızlığı giderek daha güçlü bir şekilde ortaya çıkıyordu.”
Alan Temizleme ve Susturma Siyaseti
Abdullah Öcalan’ın hayatı, politik bilinçlenmesi, deneyimsiz devrimciliği, siyasal yılları, Kürtlerin birçok kez isyan başlatıp hiçbirinde başarıya ulaşamadığını, dolayısıyla, Kürt toplumunun yeni bir isyan yerine, öncelikle siyasal bir örgütlenmeye ihtiyacı olduğunu düşünen Kemal Burkay başta olmak üzere rakip olarak gördüğü herkese karşı "işbirlikçi", "fırsatçı" ve daha da kötüsü Marksistler açısından "küçük burjuva" biçiminde dile getirdiği keskin eleştirilerinin dönemler içinde nasıl şekillendiği, derinleştiği ve tek adamlığı inşa ediş süreçleri kronolojik biçimde ortaya seriliyor: “Öcalan, en keskin eleştirisini rakibi olarak gördüklerine sakladı. Türkiye'deki Kawa, Özgürlük Yolu, DDKD ile reforma tâbi tutulmuş TKDP gibi diğer yeni Kürt grupları, "işbirlikçi" ve "revizyonist" oldukları iddiasıyla reddediyordu. Bağımsız Kürt devleti talepleri yanıltıcı bir vitrin, silahlı mücadele vaatleri birer fantezi ve sol ideolojileri feodal ya da burjuva düşünüşün birer değişkesinden ibaretti. Öcalan'a göre bu gruplar Kürt ulusal hareketi için yüzkarası; önderleri de, kapitalist güçlere ya da Çin, Sovyetler Birliği, ABD ya da Türkiye'nin taleplerine teslim olmuş hainlerdi.” Oldukça sert, acımasız ve gerçeği yansıtmayan bu ithamlar onun çevresinin günden güne genişlemesini sağladığı gibi gerçek devrimci olarak kendini öne çıkarmasını da sağlar. Kürt mücadelesinin geleceğini basitleştirerek anlatma becerisi ise her zaman bir “tez/ler teorisyeni” olmasını kolaylaştırır. Halkın kendi geleneğine sarılması, kendi dilini kullanması ve kültürünü canlı tutması bir başkaldırı olarak olumlansa da gerçek başkaldırı her zaman silahlı olan olarak görülür örgütün ilk metinlerinden itibaren. Bu yüzden aciliyet ve şiddete dayalı mücadele stratejisi PKK’yı diğerlerinden daha çok öne çıkarmıştır. Başlangıçta devletten çok rakiplerine saldırarak onları susturma siyaseti güden Kürdistan devrimcilerinin taban kazanma siyaseti fütursuz açıklamaları da yedeğine alarak başlangıcından günümüze değin “alanı temizleme” uğraşında bir süreklilik oluşturur. Kuşkusuz Öcalan ve takipçilerinin bu bakış açısında Leninizm’den ilham alan rakip grupları, başarılı bir devrim için zorunlu olduğuna inandıkları tek parti egemenliğine engel görme düşüncesi de temel bir etkendi. Bu eylem tarzını rakiplerin ve destekçilerin bakış tarzını ise şöyle özetlemekte yazar: “Öcalan'a muhalif gruplara göre, onun durmak bilmeyen saldırganlığı, ulusalcılığından çok bir tehdit olduğunun göstergesiydi. Öcalan destekçilerine göreyse, bu saldırılar Kürdistan'ı özgürleştirme emellerinde ne kadar ciddi olduklarının ve hiçbir şeyin kendilerini bu yoldan alıkoyamayacağının ispatıydı.”
Yetmişlerin ikinci yarısından itibaren PKK'nın denetimden uzak bir biçimde eylemlerini yürütebilmesinin bir nedeni Türkiye'nin kontrolsüzce çalkalanıyor olmasıdır. 1970'lerin ikinci yarısında siyasal şiddetin yükselişe geçmiş olduğunu belirtirken solun parçalanmışlığına değinen yazar radikal sol gruplarla mücadele eden Ülkücülerin safına katılan İslamcılardan söz ederken kanaatimce yanılmaktadır. O yıllarda böyle bir ittifak söz konusu değildir.
İlk zamanlardaki PKK’nın gevşek bir yapıda olduğunu belirten yazar bunun kanıtı olarak bazı PKK mensuplarının Öcalan'ın Suriye’ye gittiğini ancak ertesi yıl fark etmiş olmalarını zikreder. Devletlerin komşularının Kürtlerini, hem kendi topraklarındaki Kürt gruplarıyla mücadelelerinde, hem de birbirleriyle anlaşmazlıklarında araçsallaştırma konusunda ne kadar deneyimli olduklarını da tarihsel sürecin dökümünde görmek mümkün. Diğer taraftan bu yıllarda Türkiye siyasetinin tesis edilme biçiminin, Kürt sorununun tartışılmasına izin vermemesi ya da bizzat meselenin kendisine dair inkârcı bir tutum takınması da sorunun içinden çıkılmaz bir hal almasında etkili oldu. Kürtlerin varlığını inkâr eden Kemalist ideolojinin kibirli ve yok sayıcı dili bu yılların gazete yazarları tarafından da içselleştirilmiştir. Örneğin “değişen” CHP’nin yaşlı vekili Oktay Ekşi, 22 Ocak 1988’de Hürriyet’te şunları yazar: "Mevcut olan, Kürt olarak bilinen bir etnik gruptan geldiklerini kabul eden ya da düşünen kimi Türkler.”
Cenazelerin Politikası
Bölgedeki Kürt liderler Öcalan'ın yöntemlerinden hoşlanmasalar ve verdiği sözlere güvenmeseler de, PKK'yı göz ardı etmelerinin imkânsız oluşunu doksanlı yıllara doğru kavramışlardı. Örneğin 1980'lerin sonlarında, Celal Talabani PKK'nın bütün eleştirilere rağmen büyümesini, dolambaçlı yollardan açıklamaya çalışırken, "Güçlü değiller, ancak Kürt örgütler içinde en popüler olanlar onlardır," diyordu. "Güçlü olabilmek için güçlü bir örgütlenmeniz, güçlü bir liderlik ve iyi silahlanmış bir askeriniz olmalı. Bu yönden güçlü değiller ancak öte yandan destekleri var."
PKK, Öcalan’ın direktifiyle özellikle seksenlerin sonunda üniversiteden gelen katılımcıların çoğunu hain yahut potansiyel hain olarak görmüş ve bunları infaz etmiştir. Bekaa infazları, olarak bilinen bu infazlar üniversite öğrencilerinin kampa akın etmeye başladığı 1989 yılında doruğuna ulaşır. Bu yıllarda insanlar ölümden daha çok hain ilan edilmekten korkmaktadırlar. Kısa sonra infazların örgütün itibarını zedelediği gerekçesiyle soruşturulması talimatı verilse de bundan bir netice elde edilemez. Çünkü hukuki bir işleyiş mekanizması yoktur. Birinin öldürülmesi, yargılanması yahut öldürülmesinin kesin olduğu bir eyleme özellikle gönderilmesi gibi infazlar “denetimi sağlamanın ve muhalefetin önüne geçmenin bir yoluydu ve yalnızca dağlarda da yapılmıyordu. Polise yakalanma riskinin daha yüksek oluşu, öteki eylemlerin yanı sıra bu tür eylemleri zorlaştırsa bile, Avrupa'da da PKK üyeleri öldürülüyordu.”
PKK'nın dogmatizminin ne denli tehlikeli olduğunu gösteren bu infazlar “Açık ki PKK'nın tek bir yorumu vardır”, şeklindeki yaklaşımın belirleyici olduğu bir tarzın sonucudur. Bu düşünüşe itiraz edenlerin yaklaşımları Öcalan hakkında şu haklı tespitleri de yapmaktan geri durmazlar: “Öcalan farklı bir dünyada yaşıyordu. Şam'da, bir diktatörlükteydi ve Suriye sınırları da başka diktatörlükler ya da ciddi anlamda yıpranmış demokrasilerle çevriliydi. Bu ülkelerde özgür tartışma söz konusu değildi ve iktidarda olanlar da güçlerini paylaşmaktan hoşlanmıyorlardı(…) Öcalan, diktatoryal otoritesini korumak adına ilgililerin kamusal olarak küçük düşürülmesi ya da tutuklanması yöntemlerine başvursa da, insanları kendisine daha sıkı bağlarla bağlamasının bir aracı da bağışlayıcılığıydı.(..) 1970'lerin sonlarında, yani grubun daha gevşek bir örgütlenme içinde bulunduğu ve Öcalan'ın otoritesinin sistematik biçimde hissedilmediği bir dönemde PKK'ya katılanlar, şimdi, Öcalan'ın iktidarım sağlamlaştırdığını gözlemleyebiliyorlardı. Fakat bunu ya umursamıyor ya da Öcalan'a karşı durma şansı görmüyorlardı” Öcalan, PKK ve üyeleri üzerinde hâkimiyet kurmasının ardından, otoritesini Güneydoğu'daki Kürt sivillere hissettirmenin yollarını aramaya başlar ve bunun neticesi olarak askerlik çağındaki Kürt erkeklerini, PKK'ya katılmak veya kaçırılmak durumunda bırakan zorunlu askerlik uygulaması ile bölgedeki sivillerin zorunlu vergiye tâbi tutulmalarını düzenleyen bir yasa üçüncü kongrede kabul edildi. En güçlü olduğu bölgelerde, gelişmemiş de olsa, paralel bir yönetim sistemi kurmayı bu yıllarda başaran PKK zamanla bu paralel yapısını daha da güçlendirecektir.
Öcalan ve grubunun eylemleriyle ilgili eleştirileri olan ama PKK'yı bir bütün olarak destekleyenler yapı içinde tutunamamışlardır. Öcalan ise PKK'yla işbirliği bozulmakta olan Dev-Yol'a baktığında, güçlükle işleyen bir grup görmektedir ve üyeleri hedeflerinde ya da yöntemlerinde uzlaşamadıklarını düşündüğünden kendisine dönük eleştirileri fantezi dünyasında olmakla itham eder. PKK'yı eleştirenler, cinayetleri, grubun zayıflamasının işareti olarak görmüş olsalar da yapı günden güne güçlenecektir.
Rakip gruplarla olsun başka devletlerle olsun ilişkilerinde değişimler yaşayan Abdullah Öcalan’ın siyaset tarzını kavramak için şu ifadeler başka söze hacet bırakmayacak netlikte: “Öcalan, zaten her koşulda, pratik gerekleri ideolojilerin önüne koymaya dikkat ederdi.”
PKK ile TSK çatışmalarında sıklıkla gündeme gelen cenazeler meselesini de ele alıyor çalışma. Bu konuda şunları ifade edilmekte: “PKK, insanların cenazelerini talep etmesini istiyordu. Bu şehitler -Türkiye'de, savaşta öldürülen askerleri için kullanılan ifadenin aynısı- Kürt direnişinin önemli bir simgesiydi ve ailelerin cenazelerini kamusal bir törenle gömmesini sağlamak, PKK mücadelesine yönelik sempati ve saygı göstergesi olacaktı.(…) İnsanların cenazeleri üzerinde kamusal olarak hak iddia etmeye istekli oluşları, devletten artık daha az korktuklarını gösteriyor, bu da asileri desteklemeye yanaşmalarını daha mümkün kılıyordu. Protestolar, insanların artık pasif kalmaya yanaşmayacaklarını gösteriyordu. Sivil nüfustaki bu değişim, PKK'nın önceki bazı güçlüklerinin üstesinden gelebilmesine imkân verdi. PKK, bundan böyle, bağlantılarını genişletip daha iyi istihbarat sağlayabildi, sivil milis eylemciler arasında daha güçlü ağlar kurdu ve yeni katılımları artırabildi.”
Kan ve İnanç’ı okuyup bitirdikten sonra muhalifleri susturulmuş ve iktidarı mutlaklaşmış olan Öcalan'ı belki de en keskin ve etkili biçimde eleştiren kişi olan geçtiğimiz aylarda Türkiye’ye dönen Kemal Burkay’ın eleştirilerinde ne kadar haklı olduğunu bir kere daha anladığımı ifade etmeliyim. Bu eleştirileri güncelleyip genişletmekte fayda var. Bunun yanında PKK’nın bilinç seviyesi düşük eğitimsiz insanlardan oluştuğu ve uygun bir eğitimden geçmeleri durumunda Öcalan'a bağlılıklarının son bulmasının muhtemel olduğunu düşünmesi ise çok anlamlı bir tespit değil. PKK'nın hâkimiyetini sürdürebilmesini açıklamaya yetmiyor Burkay’ın açıklamaları. Kitabın PKK’nın ayakta kalabilmesini, Türkiye'deki Kürtler arasında tutuluyor oluşunu anlatan son paragrafı pek çok şeyi açıklıyor: “PKK'nın mücadelesi, bu mücadelenin "iyi"liği ya da "kötü"lüğü bir yana, Kürt sorununu Türkiye ve dünya gündemine yerleştirdi. Kürtlerin kendilerini Kürt kimliği içinde ifade etmelerine ve bunu bir onur sorunu olarak algılamalarına yol açtı.”
Son günlerde meydana gelen öldürmelerin bu algılamayı nasıl etkileyeceğini ise zaman gösterecek.
Aliza Marcus, Kan ve İnanç: PKK ve Kürt Hareketi, Çeviren: Ayten Alkan, İletişim Yayınları, 2010, 428.
Haksöz Haber
HABERE YORUM KAT