Kalbimizin Avrupa Yanı: Bosna
08-15 Temmuz tarihleri arasında AID (Uluslararası Doktorlar Birliği) Öğrenci Buluşması kapsamında, çeşitli illerden AID gönüllüsü üniversite öğrencilerinin katılımıyla Bonsa’da idik. Ziyaretimizin ana amacı Srebrenitsa katliamının yıl dönümündeki (11 Temmuz) anma ve cenaze törenine katılmaktı. Bunun yanında ülkedeki çeşitli merkezlere ziyaret ve geziler gerçekleştirdik.
Ülkeye ayak bastığımız gün kalacağımız yere yerleştikten sonraki ilk durağımız merhum Aliya İzzetbegoviç’in kabri oldu. Aliya’nın kabri bir şehitliğin içinde, herkesin kolayca ulaşabileceği bir yerdeydi. Etrafında herhangi bir yapıyla çevrelenmiyor ve korunmuyordu. Bu mütevazı duruşa kendi ülkemizde pek alışık olmadığımızdan biraz şaşırıyoruz. Bosna’nın ilk Cumhurbaşkanı, bağımsızlık sürecinin taşıyıcısı ve lideri, kitaplardan okuduğumuz, belgesellerini seyrettiğimiz o adam; çevresinde onlarca şehitle beraber, üzerinde küçük beyaz bir kubbe bulunan mezarında yatıyordu. İster istemez hayatına gidiyordu aklımız; muhteşem sözlerine, kitaplarına, mücadelesine… Savaş dönemindeki askeri ve diplomatik mücadelesi, her zaman Boşnak halkının iyiliğini düşünen siyaseti, emek ve fedakarlıklarıyla onun Rabbimizin bu halka ve ümmete bir hediyesi olduğunu düşünüyoruz. Mezarının başında yazan “Büyük Allah’a yemin olsun ki asla köle olmayacağız!” şeklindeki sözünün hayatı boyunca takipçisi olan bu güzel zatın cennet bahçelerinde konaklamasını Rabbimizden niyaz ederken onun mirasını anlayabilmek ve yaşayabilmek için dua ediyoruz.
Şehitlik ve Aliya’nın kabri
İkinci durağımız, Saraybosna’da İHH gönüllülerinin kurduğu İstanbul Eğitim ve Kültür Merkezi idi. Bizi içten tavırlarıyla karşılayan derneğin başkanı Feyza Tanok Şehbajraktarevic, yaptıkları faaliyetlerden ve Bosna’nın genel durumundan bahsetti. 2010 yılında açılan dernek, gönüllü olarak Bosna’da birçok faaliyet yürütüyor. Şehit aileleri ve yetim çocuklarının eğitimi ve sorunları ile yakından ilgilenen merkez; çeşitli kurslar (Kur’an-ı Kerim ve dil kursları gibi), geziler, seminerler ve kültürel etkinlikler düzenleyerek bu insanların yarasına bir nebze de olsa merhem olmaya çalışıyor. Boşnak gençlerin kendi dinlerine ve kültürlerine olan bağlılıklarını sürdürerek onları dejenerasyondan muhafaza etmek de derneğin hedefleri arasında. Feyza Hanım bize uzun uzun Bosna’yı ve dernek faaliyetlerini anlatıyor. Biz de hiç sıkılmadan büyük bir dikkat ve merakla dinliyoruz. Duyduğumuz hikayeler bazen içimizi yakıyor, boğazımızı düğümlüyor; bazen de sevindiriyor bizi, yüreğimizi ferahlatıyor. Dinledikçe bu toprakların acı, gözyaşı ve hüzünle yoğrulduğunu ama bir o kadar da sevinci, umudu ve tebessümü barındırdığını hissediyoruz. Bosna’nın merkezinde kurulmuş olan bu derneğin önemini ve kıymetini daha iyi anlıyoruz. Daha doğrusu ümmet dayanışmasının, paylaşmanın ve diğerkâmlığın ne denli güzel ve bereketli olduğuna şahitlik ediyoruz bir kez daha. Feyza Hanım bizi yolcularken kendisine teşekkür ediyor, dualarımızın onlarla olacağını söylüyoruz.
İstanbul Eğitim ve Kültür Merkezi ve başkanı Feyza Hanım ile birlikte
Akşam iftarımızı yapmak üzere Saraybosna’nın merkezinde yer alan Başçarşı’da gezintiye çıkıyoruz. Başçarşı, 16.yy’da Osmanlı tarafından yaptırılmış ve günümüzde de tarihi dokusunu muhafaza etmekte. Çarşıda göze çarpan Osmanlı yapıları içinde en meşhuru ise çarşının girişinde yer alan ve Sebil denilen tarihi çeşme. Çarşıda sıralanmış turistik dükkânlar dikkatimizi çekiyor. Bu haliyle sanki Sultanahmet’ten ve İstiklal Caddesi’nden izler taşıyor. İftarımızı yaptıktan sonra teravih namazımızı kılmak için yine Osmanlı yapımı bir cami olan ve Başçarşı’da yer alan Gazi Hüsrev Bey Camii’ne gidiyoruz. Namaza katılım yüksek sayılabilecek seviyelerde ve hanımlar da erkekler kadar camiye geliyorlar. İmamın güzel kıraati eşliğinde namazımızı tamamlayıp yurda dönüyoruz.
Başçarşı’daki meşhur Sebil... Burası aynı zamanda güvercinlerin uğrak mekanı…
İkinci günün sabahı, Hersek bölgesinin önemli kenti Mostar’a gitmek için 2.5 saat sürecek olan otobüs yolculuğumuza başlıyoruz. Çok geçmeden Konyiç kentine varıyoruz ve burada şehri ikiye ayıran Neretva Nehri’nin üzerinde Osmanlı’nın yaptırdığı Konyiç köprüsünü ziyaret ediyoruz. Yine Mostar yolu üzerinde Poçitel köyünde geçmiş yüzyıllardan kalma kalelere tırmanıyoruz. Oldukça yeşillik bir ülke olan Bosna’da bir o kadar da akarsu mevcut. Gezimizin birçok yerinde Karadeniz’in bir kentini dolaşıyormuşçasına hislere kapılıyoruz.
Osmanlı’dan kalan Konyiç köprüsü
Yol boyunca karşılaştığımız güzelliklerden bir kare…
Poçitel kalesinin, 4.yy’da yapıldığı iddiaları var. Macarların eline geçtikten sonra Osmanlı tehlikesine karşı güçlendirilmiş. Osmanlı burayı fethettikten sonra kalenin altına bir şehir kurmuş ve şehir bir nevi sınır karakolu görevi görmüş.
Poçitel kalesinden bir manzara…
Mostar’a varmadan önceki son durağımız Blagay Tekkesi. Osmanlı’nın bölgenin İslamlaşması maksadıyla kurup bazı derviş ve alimlerini yolladığı tekke, bir Bektaşi tekkesi olarak kurulmuş ancak zamanla Nakşibendi geleneğine geçmiş. Tekkenin bölge halkının İslamlaşmasında önemli katkıları olduğunu öğreniyoruz. Üstündeki kayalıklardan taş düşme tehlikesi nedeniyle geçici olarak kapatılmış olan tekkeyi ve çevresindeki güzellikleri izlemekle yetiniyoruz. Anadolu ve Rumeli’nin fethi sırasında oynadığı rolle efsaneleşen Bektaşi geleneğe mensup Sarı Saltuk’un bir türbesi de buradaymış.
Blagay tekkesi aynı zamanda Buna nehrinin doğduğu yerde bulunuyor.
Yol üzerindeki duraklarımıza uğradıktan sonra Mostar şehrine varmıştık. Mostar, Bosna Hersek federasyonunda “Hersek” bölgesinin en önemli şehri konumunda. Yeri gelmişken Bosna Hersek’in idari ve siyasi yapısından biraz bahsetmekte fayda var. Yugoslavya’nın dağılma sürecinde Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya gibi ülkeler bağımsızlıklarını ilan ederken Bosna da benzer bir yönelimin içindeydi. Ancak Bosna’nın bağımsızlığını kazanması diğer ülkeler kadar kolay olmadı. Başta Sırplar olmak üzere bazı bölge ülkeleri Bosna’nın bağımsızlık isteğine sıcak bakmadılar çünkü Boşnakları/Müslümanları bağımsız bir halk olarak görmek istemiyorlardı. Sırbistan’ın milliyetçi politikaları ve Avrupa’nın kayıtsızlığı ortamı iyice gerdi ve 1992’de savaş patlak verdi. Yaklaşık 4 yıl süren savaş sonrasında imzalanan Dayton anlaşmasıyla Bosna Hersek’in bugünkü sınırları ve haritası çizilmiş oldu. Bu haritaya göre Bosna-Hersek, dört bölgeden oluşmaktaydı. Bosna, Boşnakların yoğun şekilde yaşadığı bölgeyi ifade ederken Hersek, Hırvat bölgesinin ismiydi. Bunun yanında küçük bir Sırp Cumhuriyeti ve küçük özerk bir bölge ile Bosna-Hersek Federasyonu tamamlanmaktaydı. Sırpların Sırbistan ile, Hırvatların Hırvatistan ile bağımsızlıklarını kazanıp Boşnakların yoğunlukta yaşadığı yerlerde ise ortak bir federasyona razı olmak zorunda bırakılmaları bugün bir haksızlık olarak değerlendiriliyor. Federasyonun bu üçlü yapısı devlet idaresini de bir hayli zorlaştırmış durumda. Ülkede bir karar alınmak istendiğinde parçalı idare yapısından dolayı bürokratik engeller ve sorunlar ortaya çıkıyor. Rehberimiz Edina Hanım, Boşnakların bu durumdan ve ülkenin genel siyasi işleyişinden memnun olmadığını söylüyor.
Mostar şehri Boşnaklar için turistik, kültürel ve tarihi bir öneme sahip. Meşhur Mostar köprüsünün yakınında açılmış birçok dükkan ve lokanta ziyarete gelenlere hizmet veriyor. Bosna’yı ziyaret eden hemen hemen herkesin görmeye gidip önünde bir fotoğraf çekildiği köprünün ise özel bir hikâyesi var. Mimar Sinan’ın öğrencisi Mimar Hayreddin tarafından 1566 yılında inşa edilen köprü, bölgedeki ticareti canlandırarak Mostar’ın Hersek bölgesinin önemli bir şehri olmasında rol oynamış. Yerden yüksekliği ise, üzerinden nehre atlamayı bu köprü için heyecanlı hale getirmiş. O zamanın erkekleri, nişanlılarına cesaretlerini ispatlamak için buradan atlarlarmış. (Bugün ise turistlerin verdiği bir miktar para karşılığında sporcular bu köprüden atlıyorlar.) Köprü, yüzyıllar boyunca sapasağlam ayakta kalmış. 1992’de savaş başladığında ise hem Sırpların hem de Hırvatların önemli hedeflerinden biri bu köprüyü yıkmak olmuş. Önce Bosnalı Sırpların, ardından Hırvat kuvvetlerinin saldırılarıyla köprü 1993’ün Kasım’ında tamamen yıkılmış ve şehrin Müslüman ve Hırvat bölgelerinin bağlantısı kopmuş. Savaş bittikten birkaç sene sonra köprüyü yeniden inşa etme fikri gündeme gelmiş. TİKA, UNESCO ve Dünya Bankası gibi kurum ve kuruluşların desteği ile orijinaline sadık kalınarak inşa edilen köprü, 2005 yılında birçok devlet temsilcisinin katılımıyla bir tören eşliğinde açılmış.
Mostar köprüsünün yıkılma gerekçesi, Bosna’da yaşanan savaşın kodlarını anlamada bir örnek teşkil ediyor. Sırplar ve Hırvatlar, 1992’de Boşnakları yani Müslümanları Avrupa’dan tamamen sileceklerini düşünmüşlerdi. Arzu ettikleri şey, Boşnak soykırımının yanında, Müslümanlara ait olan ve Osmanlı’yı çağrıştıran her bir yapının, köprünün, çarşının, kütüphanenin, medresenin yok edilerek Avrupa’nın İslam kültüründen azade kılınmasıydı. Bu açıdan bakıldığında Bosna savaşının birkaç idari/siyasi gerekçeyle başlatılmış basit bir savaş olmadığı, bizatihi bir kimlik ve kültür mücadelesinin parçası ve sonucu olduğu açıkça görülüyor. Merhum Aliya İzzetbegoviç, bu tarihsel gerçeğin gerginliğinde geçen uluslararası toplantıların birinde düşman tarafına şu tarihi mesajı veriyordu: “Bizi yok etmekle tehdit ediyorlar. Ama bilsinler ki Müslümanlar yok olmayacaktır.”
Mostar, bizi güneşli bir günde karşıladı…
Bir sonraki günün sabahında, yine savaşın izlerini olanca gerçekliğiyle üzerinde taşıyan bir mekanı ziyaret ettik; Umut Tüneli’ni. Savaş başladıktan bir süre sonra Saraybosna kapsamlı bir kuşatılmaya alınmış. Sırp kuvvetleri şehrin dünya ile bağlantısını koparmaya çalışmışlar. Şehre sokulmaya çalışılan gıda, insani yardım malzemeleri ve silahlar bu kuvvetlerce engelleniyormuş. Şehirde direnen Müslümanlar bu sorunu aşmak için yeraltından bir tünel yapmaya karar vermişler. Şehrin sınırına yakın bölgedeki gönüllü bir teyzenin evini başlangıç noktası alarak tüneli kazmaya başlamışlar ve aylar süren çalışmalar sonucunda tüneli tamamlamışlar. Artık şehrin dışından getirilen çeşitli malzemeler tüneldeki raylı sistem sayesinde Saraybosna’ya ulaştırılabiliyormuş. Biz de tünelin sembolik olarak turistlere açılan bölümünü geziyoruz. İlk dikkatimizi çeken şey, tünelin boyunun bir insanın dik bir şekilde geçmesine müsaade etmediği oluyor. Uzunluğunun 800 metre olduğu düşünüldüğünde bu yolu eğik şekilde yürümenin zorluğu anlaşılıyor. Ayrıca tünel, savaş zamanı çeşitli hasarlar görmüş. Özellikle yağmur yağdığı zamanlar, içeri dolan sular nakliyatı zorlaştırmış. Bu noktada, bir süre sonra varlığı fark edilen tünelin, bölgede konuşlanmış Birleşmiş Milletler güçleri tarafından toprağın üstünden sulama yapılarak aksatılmaya çalışıldığı bilgisi dikkatimizi çekiyor.
Gönüllü teyzemizin savaş zamanı Mücahidlere açtığı evi, bünyesinde taşıdığı mermi izleri ve Umut Tüneli’ne uzanan yoluyla birlikte bugün bir müzeye dönüştürülmüş durumda.
Umut Tüneli’nden sonraki durağımız, Bosna Müslümanları için büyük öneme haiz olan “Mladi Müslimani”(Genç Müslümanlar) derneğiydi. İsmini hep Aliya ile birlikte duyduğumuz, mücadelesini, fikirlerini okuduğumuz topluluğun merkezini ziyaret etmek nihayet nasib olmuş ve bizi sevindirmişti. Derneğin ilk kurucularından ve Aliya’nın yakın arkadaşı İsmet Kasımagiç ve eşi Azijada Kasımagiç bizi karşıladılar ve ilerlemiş yaşlarına, sağlık durumlarına rağmen uzun uzun sohbet ettiler bizlerle. Bosna’nın tarihçesinden ve Genç Müslümanlar’ın kuruluşundan bahseden İsmet Bey, 1940’lı yıllarda Bosna topraklarında Komünist yönetimin belirleyici olduğunu ve baskılarla halkı sindirmeye çalıştığını ifade etti. Osmanlı’dan kalan İslâm bakiyesinin bekasını sağlamak amacıyla bir grup üniversiteli ve liseli genç tarafından kurulmuş Genç Müslümanlar. Zaman içinde Komünist rejimi rahatsız edecek işler yapmaya başlamışlar ve bunun üzerine bazı gönüllüleri rejim tarafından şehit edilmiş, birçok üyesi de hapsedilmiş. Aliya ve İsmet Bey, zindanda da arkadaşlık yapmışlar. Kendisi bize hapishane hatıralarından, oradaki diğer mahkumların hidayetine vesile olduklarından söz etti. Komünist yönetim, ülkedeki Müslümanlar gibi Yahudilere de zulmediyormuş. İsmet Bey, Genç Müslümanlar’ın 1941 yılında Yahudilere yapılan zulmü protesto ettiğini ve rejim tarafından sorgulanan bir üyenin cevaben zulmün kime yapılırsa yapılsın karşısında yer alacaklarını söylediğini aktardı.
İsmet Bey ve Azijada Hanım’a paylaştıkları değerli anıları ve fikirlerinden sonra bize Mladi Müslimani marşını söylediler. İlerleyen yaşlarına rağmen kaybetmedikleri heyecanları ve umutla parlayan gözleri en az anlattıkları kadar değerliydi bizim için. Kendilerine hediye olarak plaketimizi takdim ettik ve teşekkür ettik.
Mladi Muslimani merkezi, tarihi dokusunu muhafaza ediyor…
O gün Bosna’daki diğer durağımız Anadolu Ajansı’nın temsilciliğiydi. Kurumun idarecilerindenAtakan Çelik Bey bizi misafir etti. Kendisi ajansın misyonundan ve faaliyetlerinden bahsetti, Bosna’nın durumu hakkında da kısaca bilgi verdi. Ajans, çeşitli haberleri birçok dile çevirerek dünyaya dağıtıyormuş. Atakan Bey, günümüzde medyanın ve haberciliğin oldukça önemli olduğundan ve doğru bilgilenmenin değerinden söz etti. Bunun Müslümanların birbirinden haberdar olması, ortak bir dil geliştirmesi ve dünyanın çeşitli bölgelerindeki zulümlere karşı ortak bir tavır takınması açısından önemli olduğunu vurguladı. Atakan Bey anlattıkça biz de medyanın ve ajansların Müslümanlar açısından önemini bir kez daha fark ettik, dünyanın çeşitli bölgelerinde bu işi hakkıyla yerine getirecek kurumları açmanın değerini bir kez daha idrak ettik.
Atakan Çelik’e misafirperverliği ve hoş sohbeti için teşekkür ettik.
Bosna’da gezerken savaşın izlerine birçok yerde ve şekilde rastlamak mümkün. Kimi zaman kurşunlarla delinmiş binalar, kimi zaman irili ufaklı şehitlikler, bazen de çeşitli savaş müzeleri karşılıyor sizleri. Boşnaklar, belleklerinde canlılığını koruyan savaşı gelecek nesillere aktarmak için müzeler yapmışlar. Bunların kimisi tamamen savaş sonrası inşa edilmişken kimisi de savaş zamanı kullanılan bazı yerlerin restorasyonu sonrası yapılmış müzeler. Biz de Saraybosna’daki önemli müzelerden olan Srebrenitsa Anma Galerisi’ni ziyaret ettik. Srebrenitsa’da yaşanan katliamın ve ölümden kaçan insanların fotoğraflarının yer aldığı sergi, savaşın soğuk ve karanlık yüzünü bir kez daha hissettirdi bizlere. Çarpıcı karelerin yer aldığı sergi, aynı zamanda zulme uğramış insanların dünyaya olan sitemlerini anlatıyordu ziyaretçilerine. Onca fotoğraf, video ve anlatılanlardan sonra müze bizi Edmund Burke’nin bir sözü ile uğurluyordu:
“Kötülerin zaferi için iyilerin hiçbir şey yapmaması yeterlidir.”
Galeriden Birleşmiş Milletler’in Bosna savaşındaki misyonunu anlatan bir ironi…
11 Temmuz, Bosna ziyaretimizin asıl amacını ifade eden gündü. Srebrenitza katliamı yaklaşık 20 sene önce bu günde işlenmişti. Bu bölgedeki Boşnaklar, BM kuvetlerinin verdiği güvenceye inanarak silahlarını teslim etmişlerdi. Hollandalı BM askerleri ise, bölgeden çekilerek binlerce Boşnağı Sırp komutan Mladiç’e emanet etmişlerdi.(!) Mladiç ise bir kamera karşısına geçerek“Şu anda büyük Sırp gününün arefesinde bulunuyoruz. Bu günü Sırp halkına armağan ediyorum. Artık Türklerden intikam alma vakti gelmiştir.” diyerek 8500’e yakın erkeği, teker teker bir fabrikanın içinde ve yollarda öldürmüştü. Sırplar cesetleri toplu mezarlara gömmüşler, cesetlerin birbirine karışması ve belki de katliamın anlaşılamaması için de kepçelerle cesetlerin yerlerini değiştirmişlerdi. Savaş bittikten sonra katledilen insanlar mezarlardan çıkarılmaya başlanmış, kimliklerin tespiti ve ceset bütünlüğünün sağlanabilmesi için bir araştırma merkezi kurulmuştu. Bu merkez bir sene boyunca çalışıyor ve cesedi belli bir orana kadar tamamlanmış ve kimliği tespit edilmiş cenazeler 11 Temmuz günü bir anma töreniyle defnediliyordu. Günümüzde de devam eden bu uygulama ile senelerden beri yüzlerce ceset topraktan çıkarıldı ve ailelerine teslim edildi. Bizim Srebrenitsa’da bulunduğumuz günde de 100’e yakın cenaze tabutlanmış ve gömülmeleri için aileleriyle bekliyordu.
Srebrenitza’da katliam, Yugoslav lider Tito zamanından kalma bir akü fabrikasının içinde gerçekleştirilmiş. Katledilenlerin önemli bir kısmı bu fabrikada öldürülmüş. Anma töreninin yapıldığı ve cenazelerin defnedildiği yer ise bu akü fabrikasının önündeki yeşillik alanlardan oluşuyor.
Srebrenitsa’da süregelen bu anma uygulaması ile katledilen insanların en azından cesetlerinin yakınlarına teslim edilmesi ve bir nebze de olsa acılarının dindirilmesi hedefleniyor. Bunun yanında anma ve defin töreni kültürel, tarihi ve politik bir öneme de sahip kuşkusuz. Birçok ülkeden devlet temsilcileri, sivil toplum örgütleri, çeşitli kurum ve kuruluşların yanı sıra gönüllü insanlar da bu programa iştirak ediyorlar. Bu sayede Bosna’da yaşanan acının hala devam ettiği, yaşanan zulümlerin canlılığını koruduğu dünyaya aktarılıyor. Törene katılan insanlar, tabutların taşınmasında verdikleri bir omuzla, mezarların kazılmasında vurdukları bir kepçe ile bu zulmü yaşayan kardeşlerinin acısına ortak olmaya çalışıyorlar.
Katliamın yapıldığı fabrikayı da ziyaret etme imkanımız oldu. Uzun yıllardır kullanılmayan ve küçük bir kısmı müzeye dönüştürülmüş fabrika, katliam gününden bir şey kaybetmemişçesine karşımızda duruyordu sanki. Soğuk duvarlar ve çeşitli fotoğrafların konduğu giriş kısmından geçtikten sonra asıl katliamın yapıldığı odanın önüne gelmiştik. Odada kan izlerinin hala durduğu söylenmişti bize. Gerçekten de öyleydi. Bir duvarda simsiyah kalın şeritler halinde katliamın şahitliğini yapıyordu. Hüzünlenmemek, üzülmemek elde değildi tabii ki lakin “insanların ne kadar aşağıların aşağısına düşerek insanlıktan çıkabilecekleri ve nasıl böyle bir zulmü diğerlerine reva görebildikleri” sorusu zihnimizi meşgul ediyordu fabrika ziyaretimiz boyunca.
Bosna’daki diğer bir günde ziyaret ettiğimiz yer, bugüne kadar gezdiklerimizden biraz farklıydı. Doboj şehrinde zihinsel engelliler için kurulmuş olan bir rehabilitasyon merkezine gittik. Merkezde çeşitli sorunları sebebiyle misafir edilen yaşlılar ve çocuklar vardı. Savaş sırasındaki psikolojik travmalar nedeniyle akıl sağlığını yitirenlerden doğuştan zihinsel engelli olanlara; sessizce oturup sadece önüne bakanlardan gelişimizi neşeyle karşılayanlara kadar çok çeşitli insan grupları vardı burada. İlk karşılaşmamızda değişik duygulara kapıldık, ne yapacağımızı pek bilemedik. Daha sonra bazılarıyla tokalaşmaya başladık, birkaç kelime de olsa konuşmaya çalıştık. Yaşları bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen hepsi birer bebek kadar masum göründü gözümüze. Merkezde zaman geçirdikçe bu insanlarla bir şekilde dost olmanın, bir şekilde iletişime geçmenin o kadar da zor olmadığını fark ettik… Bir sıcak tebessüm, bir dostça dokunuş yetiyordu…Onlar da bizi anlıyordu sanki… Ellerindeki müzik aletlerini çalarak, önlerindeki kağıtlara iç dünyalarını resmederek mukabele ediyorlardı kendilerince. Zaten aklı başında insanlar birbirlerini ne kadar dinliyor ve anlamaya çalışıyordu ki zamanımızda… Zihin dünyası “normal” olanların, yani bizlerin marifeti neydi! Bu insanlar kadar masum olmayı becerebiliyor muyduk… Hasılı, onlar da bizdendi, Rabbimizin emanetleriydi bize… Sahip çıktığımız kadar imtihanı kazanacak, dışladığımız ve görmezden geldiğimiz kadar kaybedenlerden olacaktık…
Merkezde kalanların durumlarına göre çeşitli eğitimler veriliyor. Bazıları örgü yapabilecek seviyede. Örülen ürünler ziyaretçilerin görebileceği şekilde sergileniyor. Bunun yanında çeşitli şekillerde el işleri yapanlar, resim ve müzik ile uğraşanlar mevcut. Merkezde kalan çocukları da gördük. Onlardan durumları iyi olanlar ve bizimle gayet iyi iletişim kuranlar vardı. Bir tanesi bize Boşnakça ilahi söylerken diğeri de İngilizce bir şarkıyla hitap etti. Çocuklar da yaşlılar gibi çeşitli meşgalelerle geçiriyorlardı günlerini…
Doktorlardan aldığımız bilgilere göre rehabilitasyon merkezinin bütçesinin ancak %30’un devlet karşılayabiliyormuş. Teknik malzemelerin yetersizliğinden ve binanın tadilat edilmesi gerektiğinden bahsetti görevliler. Anladığımız kadarıyla merkez, zihinsel engelliler için önemli bir işlev görüyordu Bosna’da. Görevlilerin anlattıklarını not alıp belki bir proje geliştirebiliriz umuduyla teşekkür ederek ayrıldık merkezden…
(Rehabilitasyon merkezinde pek fotoğraf çekmediğimizden bu fotoğraf başka bir kaynaktan alınmıştır.)
Bosna’daki ziyaretlerimizin sonuna doğru Boşnaklar için önemli bir şehir olan Gorajde’ye gittik. Bu şehir, savaşı şiddetli yaşayan bölgelerden biriymiş ve halkının savaşta gösterdiği direngenlikleri, kahramanlıkları ile meşhur olmuş. Düşman kuvvetleri Gorajde’yi bir ateş çemberine aldıysalar da ele geçirememişler ve şehir Müslümanların elinde kalmış. Biz, Gorajde’deki savunmanın önemli komutanlarından Nejad Kurtoviç ile bir görüşme yaptık. Kendisi “Preporod” isimli derneklerinde bizi misafir etti ve ardından savaşın bilfiil yaşandığı tepelere çıkarıp Gorajde’nin o zamanki durumu ile ilgili bilgiler verdi. Derneğe girerken camında gördüğümüz İHH logosu dikkatimizi çekti. Kardeş bir yere geldiğimizi hissetmiştik bile… Nejad Bey, savaştan bir süre sonra Bosnalı gençlerle ilgilenmek, onların İslam’a olan aidiyetlerini korumak istemiş. Bu vesileyle arkadaşlarıyla bu derneği açmışlar ve gençlere çeşitli olanaklar sunmuşlar. Kültürel ve sportif faaliyetler yoluyla gençlerle ilgilendiğini söyleyen Nejad Bey, Türkiye’den de çeşitli şekillerde yardım gördüklerini ifade etti. Türkiye’den bazı belediyeler Bosna’dakilerle kardeş ilan edilmiş ve yardımlaşıyorlarmış. Bu uygulama hoşumuza gitti gerçekten. Derneğin duvarlarında asılı duran Türkiyeli belediye isimlerine baktıkça tebessüm ediyoruz…
Nejad Bey, daha sonra şehrin tepelerine çıkardı bizleri. Savaşın bizzat yaşandığı bu bölgede o zaman kullanılan toplar ve çeşitli silahlar yerli yerinde duruyordu. Komutanımızın anlattığına göre Gorajde halkı zor koşullarda direnmiş. Fiziki ve teknik imkanların yetersizliği kadar psikolojik açıdan da kötü zamanlar geçirmişler. Şehrin sınırında savaşan bir Mücahid, gece evine döndüğünde evini bir bombayla yıkılmış ve ailesini de hayatını kaybetmiş vaziyette bulabiliyormuş. Bu noktada Nejad Bey, savaş zamanında sigara ve kahvenin çok fazla tüketildiğini söylüyor Mücahidler arasında. Hatta öyle ki olmazsa olmazları olmuş bazı zamanlar. Sigara için iddiaya girip düşman tarafından bir keskin nişancıyı öldürmeye gidip başarılı olarak dönen bir askeri, aralarında sigara ve kahve takası yapanları duydukça buradaki Mücahidlerin nasıl zor zamanlar geçirdiklerini daha iyi idrak etmiştik. Nejad Bey, savaşın bir yerinde Gorajde’nin de Srebrenitsa gibi BM tarafından güvenli bölge ilan edildiğini ve halkın silahlarına el konulmak istendiğini aktardı. Ancak onlar bunu kabul etmemişler ve silahlarını teslim etmeyerek savaşı sürdürmüşler. “Döndüğünüz zaman Gorajde’nin hikayesini anlatın” diyor komutanımız tebessüm ederek… Biz de biraz hüzün, biraz umut, biraz da hayranlıkla “Tabii ki” diyoruz…
Bosna’da birçok yeri görme imkânımız oldu ve bunlar bir yazının kapasitesini aşacak nicelikte. Bu nedenle ziyaret ettiğimiz bazı yerleri kısa kısa fotoğraflarla ifade etmeye çalıştım:
Türkiye’den Bosna savaşına katılıp şehid olan Mücahidlerden Selami Yurdan’ın mezarı Travnik’te Hacı Ali Baba Camii’nde bulunuyor. Kendisi Türkiyeli Bosna Mücahidlerinin sembol ismi ve ilk şehidimiz.
Travnik yakınlarındaki Ahmiçi köyü isimli köyde bir anıt karşıladı bizleri. Savaş zamanında Hırvatlar bu köye baskın yapıp tam 116 kişiyi kurşuna dizerek öldürmüşler. Köydeki camiyi de tahrip etmişler. Bu anıt da ölen insanların anısına köydeki caminin avlusuna yapılmış.
Gorajde’ye gitmekteki bir maksadımız da şehrin yeni müftüsü Remzija Pitic’i ziyaret etmekti. Kendisi Türkiye’de eğitim almış ve Türkçe’yi iyi konuşuyordu. Bosna’nın yapısından ümmetin genel durumuna, Türkiye’deki siyasi gelişmelerden tarihsel bazı anekdotlara, Avrupa’da Müslüman olmanın zorluklarına değin keyifli ve öğretici bir sohbet ettik.
Bosna’daki son geceki durağımız teravih namazını kılmak için gittiğimiz Nakşibendi Tekkesi idi. Gerçekten sıcak ve mütevazı bir şekilde kurulan tekkenin imamı ile sohbet ettik. Taktıkları Osmanlı fesleri, hoş sohbetleri ve güzel ikramlarıyla gönlümüzde yer ettiler…
Bosna ile ilgili daha birçok şey söylemek, anlatmak mümkün elbette. Lakin İstanbul’a dönüp bu gezinin bana kattıklarını düşündüğümde birkaç şeyin içimde yer ettiğini fark ettim. Kitaplarda ismine rastladığımız, en iyi Aliya’sını bildiğimiz, ara sıra medyaya düşen birkaç haberle hatırladığımız bu topraklarda bizim kardeşlerimiz yaşıyordu… Onlar Müslümandı ve bir anlamda Avrupa’da yalnızdılar… Batı kültürü yanı başlarındaydı, belki içlerindeydi… Ülkeyi gezdikçe içimdeki Bosna köşesinin Ortadoğu’daki kardeşlerimiz kadar geniş bir yere sahip olmadığını fark ettim üzülerek… Çünkü yeterince tanımamıştık, ilgilenmemiştik… Anlamıştım ki burada Müslüman bir toplum var, yardım elimizi bekleyen kardeşlerimiz; gençler, kadınlar ve çocuklar var… Maddi manevi birçok konuda yardıma muhtaç bir ülke Bosna. Buraya ayırdığımız ilgi ve vakti arttırmalıyız diye düşündüm içimden… Ülkede gezerken ve yaşananları dinledikçe yakıcı bir gerçeği de yeniden idrak ettim. Burada bir savaş yaşanmıştı, gerçekten acı bir savaş. Savaştan öte katliamlar yaşanmıştı bu ülkede… Avrupalıların derdi sıradan bir toprak parçası daha elde etmek değildi, ya da ekonomik şartlarını biraz daha iyileştirmek için yapmamışlardı bu savaşı… Yüzyıllar boyu devam eden Haçlı-Müslüman kavgasının bir yansımasıydı yaşananlar… Avrupa; adı İslam olan, Müslümanlığa dair izler taşıyan hiçbir şey görmek istemiyordu bu topraklarda. Bu kültür ve kimlik mücadelesinin, daha doğrusu bu nefret ve tahammülsüzlüğün bir tezahürü olarak söz konusu katliamları işlemişler, bir ülkeyi tarumar etmişlerdi. Birleşmiş Milletler’de ifadesini bulan insan hakları ve özgürlük savunucuları bir kez daha lal olmuş; aynen bugün Filistin’de, Suriye’de, Mısır’da olduğu gibi o zaman da katliamlara, yıkımlara çanak tutmuşlardı. Tüm bu yaşananlar “küfrün tek bir millet olduğu” gerçeğini bir kez daha anlatırken Müslümanlar olarak kenetlenmemiz ve boş durmadan sürekli çalışmamız gerektiğini hatırlatıyordu. Çünkü İslam ümmeti kendisini yetiştirmiş Müslümanları bekliyordu. İşini iyi bilen ve hakkıyla yerine getiren alimlere, siyasetçilere, bilimcilere, iktisatçılara, sosyologlara, hekimlere, mühendislere, psikologlara, medya mensuplarına ve sanatkârlara her zamankinden çok ihtiyacımız vardı…
Saraybosna’dan Kahire’ye, Şam’dan Diyarbakır’a, Gazze’den Halep’e, İstanbul’dan Bingazi’ye aynı dertleri taşıyor omuzlarımız, aynı sevinçler ışıldıyor gözlerimizde. Biliyoruz ki şehirlerimizin kaderleri birbirine öyle sıkı bağlı, biliyoruz aramıza çizilen bu “sınırlar” öylesine sahte ve korkakça… “Yürürsen yakındır, bakarsan uzak” diyen şair gibi, ümmetin şehirleri bizi kendimizi bulmaya çağırıyor… Yaralarımızı kardeş kılmanın güzelliği dokunsun diye benliğimize; kalbimizin bilmediğimiz yerlerini keşfetmek ve insanlığa, zamana, yeryüzüne şahitlik edebilmek için yiğitçe… Gidelim kardeşlerimize, gidelim kendimize…
Saraybosna'da gönlümüze dokunan bir ilahiyi de sizinle paylaşmak istedik...
YAZIYA YORUM KAT