Kahreden ve ümitlendiren kitap: ‘Hrant’ (1)
Yarın 19 Ocak... Yarın, Hrant Dink’in katledilmesinin üzerinden tam dört yıl geçmiş olacak.
Ümit Kıvanç son yazısında (Taraf, 15 ocak) yere batasıca dört yılın “canileri, yüzsüzleri, yüreksizleri” hakkında söylenmesi gerekenleri söyledi. Yazısının son paragrafında da onlara rağmen “vicdanı sağlam, adalet özlemi derin, cesur ve ahlâklı” kalabilmiş insanlara bir çağrıda bulundu: “19 Ocak’ta saat üçte, Hrant’ın vurulduğu saatte yanımıza gelin; Hrant’ın vurulduğu yere gelin, Agos’un önüne gelin. ‘Türkiye’, bu devlet demek değildir, gösterelim. Türkiye’nin de, bu devlete rağmen yüzünü ağartacak insanları vardır, gösterelim.”
Ben de aynı çağrıda bulunuyorum. Lütfen gelin. Bu defa önceki üç yıldan daha kalabalık olalım. Hrant Dink cinayeti davası “canilerin, yüzsüzlerin, yüreksizlerin” istediği biçimde bitmemeli... Çünkü bu dava yalnız alçakça bir cinayete kurban gitmiş bir insana karşı borcumuzla ilgili değildir; bu dava bizzat kendi insanlığımız, kendi onurumuz, kendi ahlakımızla da ilgilidir.
Gazeteci Nedim Şener’in yeni kitabındaki bulgular, cinayetle devlet kurumları arasındaki bağı bir kez daha gözler önüne serdi. Yeri gelmişken, başta Nedim Şener ve Kemal Göktaş olmak üzere cinayetin üzerine devlet eliyle örtülmüş örtüyü kaldırmak için çaba gösteren bütün meslektaşlarımıza buradan teşekkür ediyorum.
Hrant’ın ölümünün ardından boş durmayan, bize onu anlatmaya devam eden ve böylece kaybettiğimiz varlığın önemini hatırlatan herkese teşekkür ediyorum. Bugünden itibaren üç yazı boyunca, bu fasılda çok önemli bir yeri olan Tûba Çandar’ın Hrant adlı kitabından söz edeceğim size.
Sabiha Gökçen meselesini tam anlayamadık
Aslında önce “Hrant Dink’in insan olarak önemi” ve “Hrant Dink’in kamusal figür olarak önemi” başlıkları altında iki bölümlük bir plan vardı kafamda... Fakat sonra Hrant Dink hakkında başlatılan “ölümüne kampanya”nın ilk adımı olan “Sabiha Gökçen’in Ermeniliği” mevzuuna ayrı bir bölüm ayırmaya karar verdim (onu bu yazıda yapacağım). Çünkü kitabı okuyunca, işin bu yanına hak ettiği önemi vermediğimizi düşünmeye başladım. Daha doğrusu şöyle: Biz, bu olayı Hrant’a karşı kampanyanın başlangıcı olduğu için önemsedik, fakat Sabiha Gökçen’in Ermeni olma ihtimalinin başta Genelkurmay olmak üzere devleti neden bu ölçüde “zıplattığı” üzerinde yeterince durmadık.
Şimdi açıkçası şöyle düşünüyorum: Genelkurmay’ı bu kadar hiddetlendiren şey, bizim zannettiğimiz gibi, sembol değeri bulunan bir Türk’ün Türklüğünün sorgulanması, bunun da “en Türk” kurum olan Genelkurmay’ın kanına dokunması değildi. Mesele, bu yolun bir kez açılmasıydı, ki Hrant Dink de devamının geleceğini ima etmişti zaten.
Gerçeği, dayanaklarını biraz sonra göstermeye çalışacağım bu yorum yansıtıyorsa, o zaman da şu soru geliyor akla: Devleti, bu ihtimal kuvveden fiile çıkmasın diye sonu cinayete gidecek bir hassasiyet içine sokan şey neydi?
Ben, Hrant’ın ölümünün ardından yayımlanan, 1915’ten sonra Müslümanlaştırılmış Ermenilerin çocuklarının ve torunlarının kendi hakikatleriyle yüzleşmelerini anlatan birkaç kitabın medyada hiçbir yankı bulmamasının Sabiha Gökçen üzerinden yaratılan korku ve hassasiyetle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Oysa popüler gazetecilik için ne şahane malzemeler vardı o kitaplarda!
Artık bu yazının asıl konusuna gelebilirim... Tekrar edeyim, en kestirme haliyle tezim şu: Hrant Dink, “başka Sabihalar” bulup çıkarmasın diye, bundan kaynaklanan bir endişeyle öldürüldü.
Yazının bundan sonraki bölümünde, Tûba Çandar’ın kitabındaki bilgilerin izini sürerek sizi de bu teze ikna etmeye çalışacak, yazının sonunda da “öyleyse ne yapmalıyız” sorusuna kısa bir cevap vereceğim.
Haber, Genelkurmay’ı neden zıplattı?
Atatürk’ün manevi kızı Sabiha Gökçen’in Ermeni asıllı olabileceğine ilişkin ilk yazı 6 Şubat 2004 tarihli Agos’ta yayımlandı. Bu ihtimal, Karin Karakaşlı’nın kitaptaki sözleriyle, “1915 olayları sırasında sağ kalan ve din değiştiren Ermeniler tabusunun çatlamasını” isteyen Hrant’ı çok heyecanlandırmıştı. Çünkü Hrant, “1915 olaylarının ağırlıklı olarak kayıpların sayısı üzerinden konuşulmasından büyük rahatsızlık duyuyor ve bu konunun artık sadece ölenlerin sayısı üzerinden değil, sağ kalanların yaşadıkları üzerinden de konuşulmasını istiyordu.”
Yani: Hrant, Sabiha Gökçen’in Ermeniliğini tekil bir olay olarak düşünmüyordu, Ermeni sorununu “ölüm” üzerinden değil “hayat” üzerinden; ölüler üzerinden değil yaşayan somut insanlar üzerinden tartışmamızı sağlayacak çok etkili yeni bir yaklaşımın parçası olarak düşünüyordu... Bunu hayata geçirebilseydi, sorunu sadece “soykırım”ın inkârı ya da ikrar talebi üzerinden konuşan her iki devletin ve Ermeni diasporasının ağırlıklı bölümünün canının nasıl sıkılacağını, buna karşılık Ermenistan ve Türkiye’deki halklar arasında nasıl bir sıcaklık oluşacağını kolayca hayal edebiliriz...
Haber, aşağı yukarı aynı içerikle 21 Şubat 2004’te Hürriyet’te Ersin Kalkan imzasıyla yayımlandı. Hrant, çok önem verdiği bu haberin Hürriyet gibi yaygın ve etkili bir gazetede yayımlanmasından memnundu.
Genelkurmay kimsenin tahmin edemeyeceği kadar sert bir tepki gösterdi habere... Oktay Ekşi bile şaşırmış, “ne var canım bunda” mealinde bir yazı kaleme almıştı.
Hürriyet başyazarının şaşkınlığı samimiydi, çünkü o da tepkiyi bir Türk’ün Ermeni “çıkmasının” Genelkurmay’ın kanına dokunmasından kaynaklandığını düşünmüş ve bunu abartılı bulmuştu.
Şimdi düşünelim: Mesele sadece bundan ibaret olsaydı, Genelkurmay’ın “maazallah, bu işin devamı da gelir” korkusu olmasaydı, biraz iz’an sahibi olan herkeste “ne bu ya?” duygusu uyandıran o bildiri yayımlanır mıydı? Bence yayımlanmazdı. Belli ki, bu konudaki bir bilgi devletin kodlarına işlenmişti ve biri o alana girer girmez savunma ve saldırı mekanizması harekete geçmişti.
O bildiriden sadece birkaç gün sonra İstanbul Ülkü Ocakları Agos’un önünde bir “ya sev ya terk et” gösterisi yaptı.
Devlet harekete geçmişti... Hrant’ın katlinden 2,5 ay kadar sonra Nokta’da yayımladığımız Darbe Günlükleri’nde, darbe heveslilerinin “gençleri sokağa dökelim”, “sivil toplum örgütlerini harekete geçirelim” gibi planları, “leblebi, çekirdek” işler gibi telaffuz ettiklerini görünce Agos’un önündeki o gösteri geldi aklıma...
Belki de niyet sadece Hrant’ı korkutup ülkeyi terk etmesini sağlamaktı... Bu gerçekleşmeyince, yeni bir bela sarıldı başına: Yazdığı uzun bir yazıdan hareket ederek ve “uygun bölümü cımbızlama” tekniğini devreye sokarak “Türklüğe hakaret”ten dava açıldı hakkında... Yargıçların o metinde Hrant’a “şunu kastettin” dedikleri bölümde Hrant’ın tam tersini kastettiğini anlayamamış olmaları mümkün değildi; metin o kadar açıktı... Zaten bugün kimse o metinden yargıçların çıkarttığı anlamın çıkartılabileceğini savunamıyor.
Karar metninde imzası bulunan Yargıtay yargıçlarından birinin Taraf muhabiri Tuğba Tekerek’e söylediği şu sözler, aslında herşeyi açıklıyordu: “O kararın öyle alınması gerekiyordu. Ben sizden bin kez daha fazla üzülüyorum. İçimiz paramparça. Öyle kararlar alırsınız ki geceleri uyuyamazsınız.”
İki görev
Türklüğe hakaret davası o kadar temelsizdi ki, o zamanlar bunu neden ve nasıl göze alabildiklerini kendi kendime sormuş, cevabını bulamamıştım. Şimdi, bu davanın, yağmur halinde “yeni Sabihalar” ihtimalinin yarattığı korkunun bir türlü aşılamamış, buna karşılık Hrant’ın da susturulamamış olması nedeniyle açıldığını düşünüyorum. Bence Sabiha Gökçen olayı patlamasaydı, Türklüğe hakaret davası da açılmayacaktı.
Diyebilirsiniz ki, öyle ya da böyle Hrant’ı kaybettik, cinayetin asıl nedeni Sabiha Gökçen olayı olsa dahi bu neyi değiştirir ki?
Bu yorum doğruysa, evet, Hrant’ı geri getiremez ama onun hatırası doğrultusunda yapmamız gereken iki görevi tarif eder.
Bir: “Müslümanlaştırılmış Ermeniler” meselesinin, daha ilk uç vermede Genelkurmay’ı ve devleti neden bu kadar büyük bir infiale sevk ettiği gerçeği üzerinde uzun uzun durmalıyız. Belli ki bu kopkoyu bir kırmızı çizgidir, öyleyse bu çizgiyi zorlamalıyız.
İki: Hrant’ın o kadar önem verdiği; yaşasaydı, belki de mücadele pratiğinin temelini oluşturacak bir çizginin doğmadan yok edilmesi, bize o çizginin devam ettirilmesi yükümlülüğünü yüklüyor... Müslümanlaştırılmış Ermeniler meselesi üzerinde daha çok düşünmeli; yaşasaydı, Hrant’ın ona vereceği önemi göz önünde bulundurarak davranmalıyız.
Cuma: Hrant kitabı ve insan olarak Hrant’ın önemi.
[email protected]
TARAF
YAZIYA YORUM KAT