Kadınların çalışması ve erkek şiddeti...
Bu, biraz “tehlikeli” bir yazı olacak... Çünkü, başlığın da ima ettiği gibi, kadınların sosyal hayata ve iş hayatına giderek daha fazla dâhil olmasının, kadınların üzerindeki erkek şiddetini tetiklediğini öne süreceğim. O nedenle, lütfen yazının bir yerlerinde sinirlenip okumanızı yarıda kesmeyin; sonunda anlaşacağımızı düşünüyorum.
Zaman gazetesi yazarı Ali Bulaç’ın iki olgu arasında doğrudan bir bağlantı olduğunu öne sürdüğü ve çareyi “fıtrat”larına hitap ettiği kadınları eve geri çağırmakta bulduğu yazısından sonra, yukarıda işaret ettiğim “tehlike” daha da büyüdü.
Fakat ben yine de “Kadınların sosyal hayata ve çalışma hayatına giderek daha fazla katılmalarıyla erkek şiddeti arasında doğrudan bir ilişki var” diyeceğim.
Kadın üzerindeki erkek şiddetinin “şehirli ve modern” versiyonunun tam ve gerçek bir tablosuna ulaşmak istiyorsak, tartışmaya meselenin bu boyutunu da dâhil etmeliyiz.
Problem bu bağlantıyı kurmakta değil, problem buradan yola çıkarak çareyi erkeğin kadın üzerindeki “doğal” iktidarının devamında görmekte...
Ali Bulaç tam olarak böyle yapmış, şöyle yazmıştı:
“Kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır”
“Bence prensip olarak (...) kadının birinci görevi annelik ve ev hanımlığıdır. Zaruret varsa iş piyasasında öncelikle onun emeğini hak edecek kadar ücretle istihdam edilmesi gerekir. Liberal kapitalist piyasa ise kadını farklı çerçevede evin dışına çıkmaya zorluyor; anneliği ve ev hanımlığını itibarsızlaştırıyor; pozitif ayrımcılıkla kadın yuva kurmuyor; erkekler bu şekilde kışkırtılmış kadınlarla evlenmek istemiyor; sonuçta olan yine kadına oluyor. Birkaç tanesinin iyi durumuna karşılık yüz binlercesi iş-aş peşinde koşturuyor, yalnızlık içinde hayatını sürdürüyor, bir süre sonra saçını başını yoluyor ama iş işten geçiyor. Erkeğin fıtrî rolünü kaybetmesi onu kadına karşı acımasız şiddete, vahşi cinayetlere sürüklüyor, sonunda kadın devlete sığınıp kendini devletleştiriyor.”
“Azalan erkek kimliği” ve erkek şiddeti
Ali Bulaç’ın sözleri, beklenebileceği gibi, “dinî gericilik”in kadınları ikinci sınıf varlıklar olarak görmesinin yeni bir nişanesi olarak görüldü ve bu yönüyle kullanışlı bir argüman olarak değerlendirildi.
Ne var ki, siyasal sonuç devşirmeye yönelik bu pragmatik yaklaşım, kadınların çalışma hayatına giderek daha fazla katılmalarının erkek dünyasında yol açtığı “iktidar kaybı”na bağlı yeni ve “modern” bir şiddetin giderek yükselmekte olduğunu görmüyor ya da görmek istemiyor.
Bu yaklaşım sahipleri istiyorlar ki, kadına yönelik şiddetteki her artış dinden kaynaklanan “çağdışı” dünya görüşüne fatura edilsin. O nedenle de kadınların üzerindeki erkek şiddetinin farklı izah biçimlerini duymak bile istemiyorlar.
Dikkatli okurlar hatırlayacaklardır; geçtiğimiz yıllarda, asıl alanı sosyoloji olan Yeni Şafak gazetesi yazarı Fatma K. Barbarosoğlu’nun kullandığı “azalan erkek kimliği” kavramına referansla bu meseleye birkaç kez değinmiştim. Şöyle diyordu Barbarosoğlu:
“Özellikle şehirlerde yaşanan sıkıntıların, ailedeki çözülmenin sebebi ataerkillik değil, azalan erkek kimliğindeki sorumluluk kaybı. Çünkü ataerkil örüntünün sınırlayan, fakat aynı zamanda koruma maksadı taşıyan yapısı çökmüş, sadece sınırlayan ama sorumluluk almayan ayağı kalmıştır. Aile içi şiddetin temelinde de sorumluluk almayan erkeğin, ‘erkek’ olduğunu hissetmek ve hissettirmek için şiddete başvurduğu bir durum söz konusu.”
Barbarosoğlu, aile içindeki geleneksel “erkek iktidarı” kaybını ise üretimdeki ve işin örgütlenmesindeki değişikliklere bağlıyordu:
“Bunu teknolojinin kullanılış biçiminden ve hizmet sektörünün en geniş sektör olmaya aday olmasından yola çıkarak söylüyorum. Beden gücünün devre dışı kalması, yeni dünya düzeninin beyin gücü ve özellikle ‘tasarım’ merkezli olması, toplumsal örgütlenmeyi kadınlar üzerine bina ediyor.”
Berktay: “Erkek şiddeti güçsüzlüğün simgesi”
Yine o yazılarda, sosyolog profesör Nükhet Sirman’ın benzer bir analizini de aktarmıştım... Sirman, kadının iş hayatındaki yeni konumunun son 15-20 yılda bir “erkeklik krizi”ne yol açtığını savunuyordu. Çünkü erkek artık “eve bakan” kişi olmaktan çıkıyor ve “otoritesi sarsılıyor”du.
Bu çerçevede kaleme aldığım son yazıdan bir ay kadar sonra, Türkiye feminizminin önde gelen isimlerinden, Prof. Fatmagül Berktay’ın Akşam gazetesine (16 Ekim 2011) verdiği bir söyleşiyi okudum. Söyleşiyi okuyup bitirdiğimde, “Keşke Berktay bu söyleşiyi bir ay önce verseydi, ben de ondan yararlansaydım” diye hayıflandığımı hatırlıyorum... Dönüp o yazıyı buldum, tartıştığımız meseleyle ilgili bölümünü size de aktarayım:
“ Türkiye’de kentleşmenin, kapitalistleşmenin hızı tabii ki artıyor. Bu, aynı zamanda kadınların mücadelesiyle birlikte belirli hakların kazanılmasına yol açıyor. (...) Eskiden, annelerimizin yaptığı gibi ‘ya bu diyardan gidersin ya bu deveyi güdersin’ demiyorlar. Haklarını kullanmak, örneğin boşanmak istiyorlar.
“ Bu da erkeklerde reaksiyona mı neden oluyor?
“ Evet, ellerindeki gücü, iktidarlarını kaybetmek istemiyorlar. Ama fark etmeseler de o güç zaten büyük oranda kaybolmuş durumda. O yüzden, bana sorarsanız güçsüzlüğün simgesi şiddete başvuruyorlar.”
Son olarak, belki bu teorik yaklaşımlardan daha önemli olmak üzere, uzun yıllardır bu alanda çalışan; eşlerini, sevgililerini öldürmüş erkeklerle hapishanelerde söyleşiler gerçekleştiren Türkiye’nin tartışmasız en iyi muhabirlerinden Göksel Göksu’nun izlenimlerini aktaracağım.
Göksu, 5 şubat gecesi katıldığı 5N1K programında, kadın cinayetlerinin, kadınların bağımlılık statülerinin sürdüğü geleneksel ilişkilerden çok, kadınların güçlenmesi sonucu eski tipte egemenlik ilişkilerinin bozulmaya, kaymaya başladığı ilişkilerde ortaya çıktığını söyledi.
Dipten gelen devasa, devrimsel bir dalga...
Gördüğünüz gibi, dipten gelen devasa, devrimsel bir dalgayla karşı karşıyayız... Üretici güçlerin (teknolojinin), kadınların fiziksel dezavantajlarını dezavantaj olmaktan çıkarmaya başladığı son 30-40 yılda, kadınlar iş hayatında erkeklerle ciddi bir rekabete girmeye başladı. Rakamlar, erkek cinsinin domine ettiği iş dünyasının hızla ortadan kalkmakta olduğunu gösteriyor.
Olumsuz bir sosyal olguya karşı geçerli mücadele yöntemlerinin bulunabilmesi için, her şeyden önce olgunun nedenlerini doğru bir biçimde tesbit etmek gerekir.
Ulaştığımız sonuç belki ilk anda rahatsız edici olabilir, fakat gerçek gerçektir. Zaten böyle durumlarda ortaya çıkan rahatsızlık da çoğunlukla varılan sonucun kaba bir yorumuna dayanır.
Örneğimize dönersek: Kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmelerinin erkek şiddetini tetiklediği öne sürüldüğünde, buradan otomatik olarak “demek ki sen kadınların evlerinden dışarı çıkmamasını savunuyorsun” suçlamasına sıçranabiliyor.
Oysa bu popülist-siyasi suçlama tümüyle geçersiz.
Mesele, bu sosyolojik olguyu tesbit ettikten sonra kime hitap edeceğimizde düğümleniyor.
Ali Bulaç gibi kadınlara hitap edip, onlara “huzur evde” mi diyeceğiz, yoksa erkeklere hitap edip, “tarihin ve teknolojinin bu aşamasında artık eski egemenlik ilişkilerini sürdüremezsiniz; aklınızı başınıza alın” mı diyeceğiz?
Ben tabii ki erkeklere hitap ediyorum.
TARAF
YAZIYA YORUM KAT