Kadim bir problem olarak “özür dilemeci” tavır ve Kassam direnişi
İsmail Kılıçarslan, Müslümanların yapıp ettikleri işlerde muhatapların durumundan ziyade kendi eksiklikleri üzerine geliştirdikleri sinik tutumu eleştiriyor.
İsmail Kılıçarslan / Yeni Şafak
Ne alakası var?
15 Temmuz sürecinden sonraki hukuki tavrı ve mücadelesi ile gönüllere taht kuran bir isim oldu Mehmet Demir Savcı. Dolayısıyla, bu yazıda onun bir tweeti üzerinden dile getirmeye çabalayacağım, eleştirilerimi kişisel almamasını niyaz ederim. Ben, Demir’in tweeti üzerinden son derece yaygın ve son derece yanlış bulduğum bir tavrı eleştirmek istiyorum başarabilirsem.
Önce, yazıya konu edeceğim tweeti paylaşayım: “Arkadaşlar, biraz gerçekçi olalım isterseniz. Bu ümmet dediğimizin siyasi birliği yok, ekonomik birliği yok, politik birliği yok, askeri birliği yok, sosyal ve ahlaki birliği yok. Bırakalım bunları din birliği bile yok. Hangi toplum başka birisinin mezhebini veya yorumunu hak görüyor?
Bu haldeyken insanları Filistin için ağlamaya, yürümeye, bağırıp çağırmaya davet etmenin hiçbir pratik faydası yoktur. Bunun yerine Müslüman ülkeleri yönetenleri birliğe, beraberliğe, barışa ve dayanışmaya çağırın. Hatta Müslümanları gerçekten Müslüman olup birbirlerinin inancına, yorumuna, mezhebine saygı duymaya çağırın. Bunları başarırsak Filistinliler dâhil dünyada hiçbir mazlum asla bir daha zulüm görmez.”
Dediğim gibi, Mehmet Demir şu söyleyeceklerimi inşallah kişisel almaz. Ben sadece “yaygın yanlış tavrın tam bir örneği” olarak ele aldığım için kullandım bu tweeti.
Evet, bu twette bize “zafer için” önerilen şeylerin tamamını, baştan aşağı yanlış buluyorum.
İlk ve en büyük yanlışın Müslümanlara ahlakçılık tavsiye eden bütün diskurlar olduğunu düşünüyorum. İki bakımdan. Birincisi, Müslümanlar an itibariyle bu çivisi çıkmış gezegenin en ahlaklı insanlarıdır. Hatta başlarına gelen pek çok belanın “yüksek ahlaki değerlere sahip olmak” yüzünden geldiğini de rahatlıkla söyleyebilirim. 1900 başlarından 1940’lara değin “misafiriz, bizi ne olur kabul edin, gidecek yerimiz yok” diyen Siyonistleri yüksek ahlakları gereği misafir kabul etmeseydi Filistinliler, belki de konu kendiliğinden kapanacaktı. Yahut İkinci Dünya Savaşı esnasında Fas Kralı, Hitler’i karşısına alma pahasına ülkesindeki Yahudileri korumasıydı bugün 2 milyonu aşkın Fas göçmeni Siyonist köpek Müslüman Filistinlilerin soylarını kırmak için çaba sarf edemeyecekti. Müslümanları Müslüman yapan asıl hususiyetlerden biri ahlakçılığı reddeden bir ahlak anlayışının timsali olmalarıdır.
İkincisi de şu: Yahu İsrailli Siyonist köpekler çok mu ahlaklı davrandı da Filistin’de yaptıklarını yapabildiler? Olur mu öyle şey? Ayrıca görmüyor muyuz Yahudiliğin modern yorumunun nasıl parça pinçik durumda olduğunu?
“Siyasal, ekonomik, politik, askeri birlik yok da ondan…” diskurunu da aşırı saçma buluyorum bu bağlamda. Endülüs’e geçen Emevilerle ellerine fırsat geçse Emevileri bir yudum suda boğacak Abbasiler arasında bir birlik mi vardı da Abbasiler Bağdat, Emeviler Kurtuba merkezli şahane iki devlet kurabildiler?
Yahu hepsini geçtim, Selahaddin Eyyubi’nin Kudüs’ü fethettiği 1187’de İslâm ülkelerindeki insan adedince din anlayışı söz konusu değil miydi? Kelamda, akaidde, mezheplerde, tasavvufta, hadis meselelerinde, fıkıhta… Dinle ilgili aklınıza gelebilecek hemen her alanda, hem de oldukça cerbezeli bir “çekişmeler silsilesi” cari değil miydi?
Müslümanlar olarak mazlumların üzerindeki zulmü kaldırmak için birbirimizin inancına, yorumuna, mezhebine saygı duymamıza ise hiç mi hiç gerek olmadığını düşünüyorum. Siyonist köpekler sadece güçten anladığı ve anlayacağı için bize gereken şey sadece ama sadece güçtür.
Silah gücü, teknoloji gücü, insan gücü, para gücü. Bunu sağlamanın yolu da “önce birbirimize karşı nezaket gösterelim” falan gibi olağanüstü naif teklifler olmadığı gibi kendimizde bir ahlaki eksiklik görmek de değildir.
Şehit Zevari’nin nereli olduğu, mezhebi, tasavvuf erbabı olup olmadığı, namazlarını beş vakit kılıp kılmadığı, kelâmî olarak bizden ne oranda faklı düşündüğü, kişisel ahlakı falan… Bunların hiçbiri beni ilgilendirmiyor. İlgilendiğim tek şey, bir uçak mühendisi olan rahmetli şehidin Gazze’de yaptığı İHA’larla Siyonist köpeklerin öldürülmesidir. Bugün Gazzeli kardeşlerimizin elinde bir atom bombası olsa Siyonist köpekler gece gündüz Gazze’yi haritadan silmek için çalışmaya devam edebilirler mi? Ne lazım bize atom bombası için? Ahlakçılık mı, siyasi birlik mi, birbirimize saygı mı? Hayır. Birkaç düzgün bilim adamıyla birkaç düzgün uygulamacı lazım. Bilim adamlarından biri Hanefi, diğeri Selefi, biri Nakşi, öteki Şii, hatta birkaçı Hıristiyan, ateist, Yahudi falan da olabilir yani.
Derdimi bir köşe yazısının sınırları içerisinde kalarak anlatabilme kabiliyeti gösterebildim mi, bilemiyorum. Fakat toplamda şunu söylemeye çalışıyorum: “Biz şöyle şöyle olsak, şunları şunları yapsaydık bu işler şöyle şöyle olmazdı” diye başlayan ve meseleleri 19. yüzyıl çözümlemeleriyle ele alan hiçbir yaklaşımın Filistin’e ve Gazze’ye herhangi bir yararı olacağını sanmıyorum. Gazze’ye silah, daha çok silah, çok daha fazla gelişmiş silah, para, çok fazla para, çok daha fazla para ve insani yardım lazım. Gazze’ye “güç” lazım yani. Bu gücü temin etmeyi herhangi bir şarta bağlamayı esastan reddediyorum.
Bir Selahaddin’e, bir Tarık’a, bir Yavuz’a bakar altı üstü. Selahaddin gibi son derece tevazu sahibi biri de yetişebilir imdada; Tarık gibi bir çılgın serdengeçti de; Yavuz gibi uzun vadeli siyasi program düşünebilen biri de. Yeter ki o gücü temerküz edip Gazze’ye aktarabilecek biri çıksın içimizden.
Bugün bizatihi Gazzeli mücahitlerimizin yapmaya çalıştığı şey de budur. Siyonist köpeklere güçlerini gösterme savaşındalar. Onlarla anladıkları dille konuşmanın derdindeler.
Gazze’nin eskimiş, pörsümüş, son kullanma tarihi geçmiş “özür dilemeci” tavırlarla ne alakası var?
HABERE YORUM KAT