‘Kadıköy'e bir câmi yapmanın ne mânası var?'
Evvelki sabah, haberlere bakarken, ismi 'sol' diye başlayan bir internet sitesinde, bir haber sunulurken kullanılan ve bu yazımda başlığa aldığım şekilde bir cümle dikkatimi çekti..
Ben de aynı soruyu kendi içimde, 'Kadıköy'de bir cami yapmanın ne mânası var?' diye tekrarladım ve o mâna gayet açıktı..
Haberin özeti de şu: 'Kadıköy'de Osmanağa Mahallesi'nde, Bayram Yeri ile Mürver Çiçeği sokaklarının kesiştiği köşede yer alan yaklaşık 500 metrekare büyüklüğündeki alanda bulunan -eski- Vergi Denetim Kurulu binası yıkılıp; arsası, 'Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nca, cami yapılmak planına alınarak, Diyanet'e devredilmiş..
Sonra konu, 'Kamusal fayda için cami yapılacakmış..' diye alaycı bir dille eleştiri konusu yapılıyor.. Kadıköy'de, yapılmak istenen camiin yakın çevresine başka camiler de varmış.. Vs.
Evet.. Aynen böyle..
Biz bu laik kafalıların bu sözlerine alışkınız..
*
Aslında, bu haber başlığının tedaîsinin, nice zihinlerde meydana getirdiği acı çağrışımının ve çarpık mantığının son 100-150 yıllık geçmişi vardır.
Ziya Paşa, o mantık çarpıklığını, bir şiirinde,
'Mösyö-pardon..' diyerek eylersen feth-i kelâm (söze başlarsan) ,
/Denilir her sözüne, 'aynı keramet gibidir..' şeklinde dile getirir.
*
50 yıl öncelerde, eski Maarif Vekillerinden Prof. Tahsin Bekir Balta da, kendine has özel ve zevkle dinlenen bir sohbetinde, Tanzimat ve Meşrutiyet döneminde 'münevver/ aydın' denilenlerin 'alâmet-i fârika'larını, 'Az namaz, az oruç.. Rakı- şarab âşinalığı.. Hanımlarda yüksek ökçeler ve tesettürsüzlük eğilimi, dans.. Latin harfleriyle yazılı kartvizitler, konuşurken fransızca kelimeler..' şeklinde anlatmıştı..
Müslüman halkın yaşayışından ayrı düşmenin ıstırabını, 'Onlardan ayrı kalmak bana hep üzüntüdür, / Böyle duygularım kaldı ya, Yarâb, çok şükür..' mısralarıyla anlatan Yahyâ Kemal de, 'Ezânsız Semtler' başlıklı düşündürücü makalesinde ne kadar derin bir tefekkürle anlatır. (Yalnız, Üsküp doğumlu olan Yahyâ Kemâl'in bu yazısındaki Türk ve milliyet gibi kelimeleri, Balkan Müslümanlarının, 'Türk olmak= Müslüman olmak' şeklindeki anlayışlarına göre değerlendirmek gerektiğini hatırlatarak..)
Evet, Yahyâ Kemâl 1918'de, -özetle-, şöyle diyordu:
*
'Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköyü, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerde ki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?
İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet hâlinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezân okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler. Mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur'ân'ın sesini işittiler, bir raf üzerinde duran Kitâbullâh'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gül yağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak Besmele'yi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir'leri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.
Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile, Müslümanlığı yine hissediyorlar.
Fakat, fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezânsız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar.. (...)
*
Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi Frenk semtlerinde yerleşirlerdi; fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezân işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur, sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı, o toprağın o köşesi imana gelirdi.
(...) Cedlerimiz o kefere Frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköyü, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ârî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınız, bir de Kadıköyü'ne; Üsküdar'ın yanında Kadıköyü, (eskiden Rum mahallesi olan bugünkü Kurtuluş semtini) Tatavla'yı andırır. (...)
Medenîleştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabiî ve hoş gören eblehler (ahmaklar) uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki, (...) o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir, pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. (...)
Artık Türk milletinin ruhu bir rayihâ gibi uçtu mu?
Hayır büyük kitlede yine o ruh var, fakat biz son nesil, bir sürü gibi büyük kâfileden ayrıldık, uzaklaştık, kaybolduk; fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kâfileye iltihak edeceğiz. (...) Gayet tabiî bir reviş (gidiş) ile büyük kâfileye, kendimize döneceğiz.
(...) Ama, çocukluktan beri Diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. (...) Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.
Dört sene evvel Büyükada'da oturuyordum. Sabah, Bayram namazına gitmeye niyetlendim. Fakat, Frenk gecesinden Müslüman Sabahına kalkılamaz' korkusu ile, o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahalle içindeki (...) camie doğru gittim. Vaiz kürsüde vaaz ediyordu.
Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. (...) Orada, o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içlerine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Vaazı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. (...) Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman, gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücûd olarak gördüm. O sabah, o, Müslümanlığa az âşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta, aynı milletin aynı ruhlu bir büyük cemaati idik. (...)
Biz ki, minareler ve ağaçlar arasında ezân seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, ama, biz böyle bir sabah namazında 'anne millet'e tekrar dönebiliriz.
Fakat, minaresiz ve ezânsız semtlerde doğan, Frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!'
*
Evet, 'anne-millet'ten çok uzağa düşsek de, biz sonunda döneceğimiz yeri biliyoruz' diyen Yahyâ Kemâl, 'Ama, ezânsız semtlerde yaşayanlar dönecekleri yerleri de bilemeyecekler..' derken, haksız mı?
*
Evet, yazının başlığındaki soru cümlesini bir başka açıdan bir daha soralım: 'Kadıköy'de bir cami yaptırmanın ne mânası var?'
Bu izahlardan sonra, bir avuç materyalist, ateist, laik güruhtan , 'Hiç bir mânası yok!' diye gelecek cevap, değişebilir der misiniz?
*
STAR
YAZIYA YORUM KAT