Kader Tartışmaları
Faruk Beşer, Ehl-i Sünnet anlayışında kadere bakışı yorumluyor.
HAKSÖZ-HABER
Faruk Beşer bugünkü yazısında İslam'ı kendi dar ölçüleri ve bilgilerle ve ideolojik çerçevede anlayanların meşruiyetlerini pekiştirmek için kullandıkları Ehl-i Sünnet kelimesini ele alıyor. Yazıda delilsiz ve ölçüsüz bir şekilde bazı iddiaların akaid gibi sunulmasının yanlışlığı vurgulanıyor.
***
Kader tartışmaları
Faruk Beşer/ Yeni Şafak
Kader konusu elbette gazete makalesi çerçevesinde anlatılabilmesi zor bir konudur. Ancak yine bu yolla insanların kafaları karıştırılınca, biraz avamileştirerek de olsa anlatma gereği doğuyor. Bunu hakkıyla yapamayacağımızı da biliyoruz ama bu konuda o kadar çok soruya muhatap oluyoruz ki, yazmamak bizim hiçbir fikrimizin olmadığı, yanlışlara cevap bulunamayacağı anlamına gelebilir ve zihinleri bulandıranlar haklıymış intibaı verebilirler diye de düşünebiliriz.
Tam da burada günümüzde her grubun kendi ideolojik zan ya da saplantılarına pazar bulmak için sıradanlaştırıp sakız haline getirdikleri Ehlisünnet kavramını da yeniden düşünmemiz gerekir. Ne yazık ki, bugün İslam’ı kendi kalburlarıyla eledikleri bilgilerle ve ideolojik çerçevede anlayanlar ve anlatanlar, meşruiyetlerini pekiştirmek için ikide birde Ehlisünnet kelimesini kullanınca bu kavram ayağa düşüyor. Böyle olunca da özellikle de akademisyenler tarafından aşağılayıcı bir tavırla karşılanıp dudak bükülüyor ve geçiliyor. Bu da sakıncanın ikinci ayağını oluşturuyor.
Oysa Ehlisünnet bir mezhep değil, İslam’ın Hz. Peygamber ve onun öğrencileri olan sahabe tarafından anlaşılıp yaşanılan halidir. Birisi kendisinin, ya da bir sevdiğinin ürettiği bir fikri Ehlisünnet budur diye terviç etmeye kalkarsa, ondan istenecek şey, bu ilk örnekten tevilsiz bir delil getirmesidir. Kur’an-ı Kerim ifadesiyle, “eğer doğru iseniz delilinizi getirin”. Ya da “yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün”.
Özellikle de İslam’ın sabitesi olan akide ve ibadet konularında bu kural ihmale gelmez bir ölçüdür. Çünkü bu alan ‘tabbudi’ alandır ve aklın buradaki rolü sadece meselenin olduğu gibi anlaşılmasını sağlamaktır. Yani bu alanda fıkhî/kıyas içtihadı olmaz, sadece anlama içtihadı/içtihadü’l-fehm olabilir. Taabbudî demek, aklın alacağı bir konu olmadığı için salt ibadet olarak alınıp olduğu gibi yaşanacak alan demektir.
Bireylerin oradaki bir bilgiyi olduğu gibi almayıp, ondan kendi yorumuyla delil oluşturması ise olsa olsa işte böyle bir içtihat olur ve bu da kesin bilgi ifade etmez. Bir de hiç olmayan bir şeyi zayıf ya da uydurma rivayetlerden toplama ve oluşturma vardır ki, bu cinayetin durdurulabileceği bir sınır yoktur. Bu sebeple biz şu vecizeyi hep tekrarlarız: “Vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir”.
Şunu da ekleyebiliriz: Parça bilgilerden İslam anlayışı oluşturmayı ifade edebilmek için bir zamanlar demiştim ki, siz bana istediğiniz gibi bir İslam ısmarlayın, helal ve haramlarınızı kendiniz belirleyin ve bana, bunlar sizin kendi görüşünüz olmasın, kitaplardan bulmalısınız deyin, ben size istediğiniz o İslam’ı (!) yapabilirim. Tabii ki bu yaptığımız İslam olmaz.
Şuraya gelmek istiyoruz: Kader, ya da imana ve ibadetlere taalluk eden bir başka konu ancak o ilk örneğe, yani Ehlisünnet anlayışına göre anlaşılırsa doğru anlaşılmış olur. Buna bizim yeniden şekil vermemiz, ya da öncekiler anlamamışlar da biz anlıyoruz dememiz abestir. Dinin özü/usulüddin sürekli geliştirilen felsefi bir gelenek değildir. Zihni eksersiz yapacağımız tefekkür alanı bütünüyle varlıktır ve bir ölçüde fıkıh ve usulüfıkıhtır, taabbudî alan değildir.
Meseleyi doğru anlayanlar iman esaslarını “âmentü” ile formülleştirmişler ve İslam’ın sevad-ı azamında, yani ana damarında bunlara hiç itiraz edilmemiş. Bilindiği gibi iman esaslarının ilk kez “âmentü” ile formülleştirilmesi Ebu Hanife’nin el-Fıkhu’l-ekber adlı risalesine dayandırılır. Bu durum, ondan önce bu esaslar yoktu anlamına gelmez. Ayetlerde, hadislerde ve insanların o ilk örnekle inanma biçimlerinde varolan cümlelerin, kolay öğrenilsin diye bir araya getirilmesi anlamına gelir. O gün bugün de İslam ümmeti bu formülü daha ilk mektepten önce başlatmak üzere bağlılarına ezberletmiştir, kimse de buna itiraz etmemiştir. Bu muhteşem bir formülleştirmedir, bu sayede en cahil insanlar bile en âlimlerin inandığı gibi inanırlar.
Yine bilindiği gibi Ebu Hanife ve diğer bütün mezhep imamları akidede selefidirler. Yani Selef-i Salihîn denen ilk nesiller nasıl inanıyorlarsa onlar da öyle inanıyorlardı. Zaten Ebu Hanîfe’nin kendisi de, tabiinden olarak, Selef-i Salihîn’dendir.
Farklı düşünme, yeni bir şey ortaya koyma arzusu insanın tabiatında vardır. Bu olmasaydı tefekkürün İslamî ve insanî bir eylem, hatta ibadet olmasının anlamı kalmazdı. Ama tefekkürü sınırsız bir fantezi olarak görür de, mesela altı sütunla ayakta duran muhkem bir binanın sütunlarından birinin olmaması durumunda sonucun ne olacağını merak edip, onu kaldırma girişiminde bulunursak sonuç yıkım olabilir.
Kader meselesine başlayacaktık ama kader müsaade etmedi. Pazara inşallah.
HABERE YORUM KAT