1. YAZARLAR

  2. MURAT AYDOĞDU

  3. Jean Paul Sartre, Namaz Kılsaydı Ne Olurdu!
MURAT AYDOĞDU

MURAT AYDOĞDU

Yazarın Tüm Yazıları >

Jean Paul Sartre, Namaz Kılsaydı Ne Olurdu!

20 Nisan 2012 Cuma 00:20A+A-

 

“Hıyarlar, ancak hıyarlık özüne uyarak hıyar olurlar. Ama yalnızca insanda varoluş öz’den önce gelir”

J.P Sartre

 

Lise yıllarımız, Descardes’in “Düşünüyorum, o halde varım” sözüne dayanarak düşünmeyenlerin insan değil ‘hıyar’ olduğuna inandığımız yıllardı. O yıllar, aynı zamanda “Devrimciyim o halde varım” diye okulda boy göstermeye başladığımız, polisten “Devrimciymiş o halde vurun” eşliğinde ilk dayağımızı da yediğimiz yıllardı.

Neden sonra okumaya başladık, önce olup sonra; aslında ‘bilincine vardığımız şey’in gerçek olduğunu fark etmemizle, “İnsan önce var olur, sonra hıyar ya da başka şey olur” diye varoluşumuza bir anlam bulduğumuzu sandık. Yıllar sonra ‘bilincine vardığımızı sandığımız şey’in de bir hıyarlık olduğunu anlamamızla bir kez daha ters yüz olan kavramları harmanladık beynimizde.

Devrimci seminerlerimizin birinde “Dinciler kaderci/deterministtir’tir. Zira Tanrı’nın insanları yaratıp yazmış olduğuna ve kendi iradelerinin olmadığına inanırlar” argümanını kullandığımızı hatırlıyorum. Kriz döneminde nihilizm’e doğru kayarken materyalistlerin aslında “Madde kendi diyalektik yasasına göre hareket eder ve toplumlar da kaçınılmaz olarak komünal topluma gidecek” yaklaşımı ile en ala deterministler olduklarını fark ettik.

O dönem bir fıkra yaygın anlatılıyordu: Kuruçef söylev vermektedir; “Sabredin yoldaşlar bir ayağımızı komünal topluma doğru attık” dediğinde bir kadın dayanamaz ve atılır “Yoldaş Kuruçef, daha ne kadar böyle ‘tek ayak üstünde’ bekleyeceğiz?”

“Akın var akın, güneşe akın, güneşi zaptedeceğiz, güneşin zaptı yakın” marşını dinlediğimiz Sofya radyosundan kendimizi avuturken, tek ayak üstünde durmaktan yorulan bir çok devrimcinin birer birer düştüklerini gördük, taa ki, Sovyetler topyekûn düşene kadar.  Ardından devrimcilerin nasıl bir hıyarlıkla akın akın Ulusalcılığa göçtüklerine şaşmıştık. Ama zaten Öz’lerinde bunun var olduğunu anlamamız da uzun sürmedi.

Büyük sarsıntıya kapılmadan daha önce, kendi içimizde sarsıntılara yakalanmıştık aslında. Kimisinin edebiyatını yaptığı, kimisinin kompedanlığını yaptığı, kimisinin de sokaklarda bedevicesine bağırıp çağırdığı dönemlerde, hemen hemen herkesi kaplayan kişilik sorunlarını fark etmemiz de çok sarsıcı oldu.  Realitenin harcadığı idealler, ideallerin harcadığı değerler ve zincirin en ucun da, içimize dokunan ahlakı sorguladığımız dönemlerde insanlara, yoldaşlarına güvenin kaybolduğu an kopuşun başlangıcıdır.

Tam bu dönemde etkilenen bir arkadaşımın tavsiyesi ile Jean Paul Sartre’nin Ekzistansiyalizm’ini bir daha karıştırmaya başlamıştım.       Evet, çözülmüş ve yozlaşmış kapitalist dönem’in ve hatta onunla kavgalı olanların da bozulduğu daha köklü bir Batı paradigmasının tam ortasında, Sartre; insanlardan nefretle, insanın içine dönüp sorguladığı ve fıtratını yakalamaya çalıştığı bir ruh halini karıştırdım.  Tam da bizi anlatıyor duygularının yanında, devrimci geleneğin hala ölmemiş kalıntıları ile güvensizlik duygularımızı daha da kaşıyarak Kapitalizmin bireyselleştirdiği insanı daha da bireyciliğe sürükleyen içerikten rahatsız olduğumu da hatırlıyorum. Kirlenmiş toplumun öğüttüğü kişilerin ruh dünyasıydı bu ve o ana kadar sürekli sadece nesnel çatışmalarla kavga ettiğimiz emperyalizm’in kültürel, kültürden de öte toplumu ve bireyi nasıl harcadığını fark etmek, bir miktar Doğu felsefesini de gündemimize getirdi. Ekzistansiyalistlerin bireye kapanıp bir türlü dışarı çıkamadıkları ruh halinin benzeriydi aslında Doğu felsefesi. Bu nedenle olacak insanın içine olan yolculuklarında kayboldukları Doğu düşünce tarzı hiç yankı bulmadı ve sadece mitolojik merak’tan öte gitmedi.

Adını koymadığım ve sonradan bir çeşit ‘Nihilizm’ olarak adlandırılacak dönemin ardından; ne bir fikir, ne bir slogan, ne de başka bir şey; sadece namazını kılan bir kişinin ruh haliydi kapıyı aralayan. Günde beş vakit iç dünyasına inip, her seferinde tekrar dışarı çıkıp “Bu benim Din’im” diyen bir kardeşimin başka hiçbir şey anlatmasına gerek kalmadı.

“Bir namaza durduk hep birlikte -bir Cem günü-.”

İslam tarihinin ikinci yüzyılından itibaren ortaya çıkan, ‘kader’, ‘ruh’ ya da ‘insan fiilinin yaratıcısı mıdır’ tartışmaları biraz benzerlik taşısa da, bu absürd existansiyalist tartışmalarından daha anlamlı bir ‘varoluş’ ve ‘varoluşa anlam biçme’ düşüncesi içeriyordu. Alın yazısına döndürülmüş bir kader anlayışının çürüttüğü insanlara “İnsan eylemlerinin yaratıcısıdır” rijit fikrinin yanında, “İnsan’ın eylemleri ile kazandığı şey’i, Allah ona yaratır” ara formları arasından; “bırakın bu tartışmaları, amel eylemdir, eylem cihattır, cihat hayattır” diyen kahramanları okuduk. Ama o kahramanlara özenenlerin kişiliklerindeki sorunlar, makarayı başa sardı yeniden ve öz’lerini değiştirememiş kişilerin cihatlarının, cihat değil paranoyak ve egoist bir tatmin oluş olduğunu da yaşadık. Hay Allah! Yoksa ‘öz’leri sonradan mı şekilleniyor/değişiyordu?

“Vel hâsıl namazlarda daim olmak gerek”

“Yine yeşillendi fındık dalları, Zaten hep yeşildi fındık dalları.

Zaten hep yeşil miydiler, yoksa sonradan mı yeşerip hıyar oldular?”

Bizim hıyarların, kıldıkları namazın ardından presidant otellerdeki pazarı nasıl paylaşacakları hususundaki toplantılarını, kaprisli tatillerini ve son moda’yı takip eden takım elbise ve şık bayan aksesuarlı eşleri ile Mesnevi konserlerine gidişleri hiç de çekici gelmiyor.

Çok çokbilmiş çıkarsamaları, deruni tahlilleri, halkını küçümseyen bir öncül radikallikle ‘Namaz kılanların’ değil de, bilmem ne cephecilerin saflarına gidip saf tut(ul)maları ve ardından ‘Namazın içini boşaltan Abdestli kapitalistlerden’ söz etmeleri itici geliyor.

Dünün İnkılâpçı Müslümanlarının bu gün iktidara geldiklerinde reformist olmalarına ya da hala İnkılâpçı kaldıklarını zannedip, Ortadoğu İntifadalara karşı çıkmalarına baktıkça, insan düşünmeden edemiyor;

“Ah tarih! Tekerrürünle bizi tekrar mı sınıyorsun?”

Namazlarını en mazbut ortamlarda daim olanların, “Namaz kılan Beşar’ portreleri eşliğinde ‘zalim ama’ diyerek anti-emperyalist cephenin kuyruğunda, Üçkâğıtçı kompedan portrelere bakıp da, bir halkın ‘Canımıza yetti’ haykırışlarına, ‘Siz de emperyalistlerin oyununa geliyorsunuz, canım!” tahlilleri daha da itici geliyor.

Şimdi en safiyane duygularıyla “Ve namazı keşfettim” diyerek kapıları aralayan, Hollandalı bir Müslüman’la konuştuğumuzu ortamı hatırlıyorum. Türkiyeli Müslümanların, karmakarışık inanç, düşünce, kültür paradigma söylemleri soruları karşısında, orta yaşlı bayan Hollandalı kısa bir süre durdu ve cevapladı:

“Hayır hayır, sadece namaz kılan bir arkadaşımı izledim, onun hayatını izledim, o kadar”

Birçok düşünürde ‘Sartre Sendromu’ dediğim bir hal var. Kişilerin ve yığınların eylemsizlikleri karşısında kendilerini geliştirmeye çalışan, aksiyoner adımlar atananlarında kişilik problemleri ile savrulduğu dünyada; bireyden yola çıkarak sağlıklı bir toplum oluşturmaya çalışılıyor. Hak talep edenlerin noksanlarına takılarak, onların yanında yer almakla, onların noksanlarına tabi olmayı karıştıran bu ruh hali; kendilerini destek olan değil akıl veren ve denetleyen konumuna yerleştiriyor. Piyasa kapitalizminin insanları acımasızca bireyselleştirmesi yanında, çabalarının bu insanları yine bireyleştirdiğini gözledikçe, bir bunaltı paradigması oluşuyor. Pasifleşme bireyselleşme suçlamaları karşısında, aynı argümanlarla, kirli gerçekle yüzleşme adı altında sarsma çabaları, ama insan karamsarlıkla motive olamaz ki! Karamsar olmadığını, iyimser olduğunu ne kadar iddia ederse etsin “İnsanların seni algıladıkları halindir gerçek olan, iddia ettiğin değil”. Ve tek başına dünyaya atılmış (olduğuna inanan) insanın sadece irade ve eylemleri ile çıkış yolu aramasının doğal sonucu, belki de en uç noktasıdır bu.

“Tanrı var olsaydı, yine bir şey değişmeyecekti.” J. P. Sartre

Oysa insanoğlunu bir mihenk taşı var ve başıboş bırakılmamış, sorun varlığı ya da yokluğu değil ki o mihenk taşı dediğimiz, bir hatırlatma, bir öğüt ve yardım, o üzerimizden atamadığımız karamsarlığı üzerimizden atacak bir Ruh.

Bilmediğimiz, Sartre’ın önüne seçeceği bu şey ne kadar gelmiştir?

Sartre, ölümüne sınırlanmış eylemlerin içerisinde koşulsuz güvenmek ve kendinden sonraki güvendiklerinin eylemlerine bel bağlamak şeklindeki katı ideolojik yapılanma karşısında, somut ve ortaklaşmış bir eylemi denetleyebileceği, gördüğü ile sınırlayabileceği bir eyleme kalkışır. Oluşturduğu bu paradigma/düşünsel çerçeveye sığdırdığı eylemini sadece kendi yapabileceğini kadar sorumluluğa bağlar. Geleceği şekillendirişi ve yapabileceği şeylerin sınırlılığını kabul etmesine karşın ben merkezli eylem sınırlılığına hapsolur.

“Hayal kurmayacağım ama elimden geleni yapacağım” J. P. Sartre

Hayal kurmayan, kuramayan insanların motivasyon problemi tekrar karşımıza çıkar, hatta kendini doğruya nispet etmiş mazlumların haykırışları hayal olarak tanımlanma pahasına. Sartre, fazladan farkında olduğu bu kendini kandırmaya ne cevap vermektedir?

“Düşkünlüklerine katlanmanın, yenilgilerini benimsemenin, dört elle sarıldıkları kendini aldatmalarının yolu ‘Ne yapayım koşullar böyle’ mazeretine sığınmadır. Oysa insanoğlu hayatına bağlanır, arada kendi resmini çizer, bu resmin dışında bir şey yoktur.” J. P. Sartre

Kuşkusuz Sartre, Hıristiyan dünyasının ve bozuk bir Avrupa paradigmasının içerisinde insanları bu bunaltılı çelişkileri üzerinden kendileri ile yüzleşmeye çalıştıran ve arayış içerisindeki bir düşünürdü. Bulunduğu toplum, kültür ve ideolojik yapılanmalarda resme karşı çıkar, kendi resmini çizer ve bunun dışında bir şey yoktur onun için. Eylemsizlik ve sorumsuzluğa isyan, kaderciliğe isyan eylemleri kutsamaya kadar gider.

“Genel bir ahlak yoktur; çünkü size yol gösterecek bir işaret yoktur dünyada. Gelgelelim Katolikler ‘vardır’ diye ayak direrler. Haydi, tutalım ki var böyle işaretler; var ama onları yorumlayan taşıdıkları falanca anlamı seçende biziz yine. İnsan bir girişimler zinciridir. İnsan bu girişimleri yaratan bağlantıların toplamı, örülüşü ve bütünüdür.” Jean Paul Sartre

Sartre Ali Şeraiti gibi Müslüman düşünürlerle de karşılaşmış ve onlarla karşılıklı etkileşmişti de.

Hıristiyan bir dünyanın Kitabiliği çerçevesine oldukça sıkı bir eleştiri yönelten Sartre’ın, İslam literatüründeki Afaki ve Enfüsi ayetlere/işaretlere ve Vahyin/Kitabın etrafında oluşan itihad, fıkıh, kader, iman-amel kavramlarına ne kadar muhatap olduğunu bilemeyiz ama Ali Şeriati’den bir şeyler duyduğu kesin; 

“Dinim yok, ama olsaydı bu muhakkak Ali Şeriati’nin dini olurdu.” Jean Paul Sartre

Nitekim Şeriati elindeki işaretleri takip ederek ve bunu kendi iradesi, eylemi, seçimi ile tam ve net tezler öne süren bunaltılardan uzak bir ruh halini yakar. Belki de İran coğrafyasından ve mistik-geleneksel paradigmasından bir nebze uzaklaşmanın etkisi ile kabuğunu kırmış bir entelektüelin; Şahlığın devrilmesi sonrasına yetişememesi ve kurumsal bir yapılanma içerisinde olabileceği dönemleri yaşamamış olması bir kayıp, zira o hep mazlumların yanında durdu. Ve insanda bir şeylerin yarım kaldığı hissi oluşturuyor.

Bu sendroma kapılanlar, bir zamanların öncül çıkışlarını yapmanın içselleşmiş etkisi ile büyük resimlerindeki ufak ama ufak olduğu kadar birbirini tamamlayarak gerçeği/realiteyi görünmez kılan bulanık çerçeveyi bozamıyorlar. İnsanlara ne söylediklerinin değil, onların ne anladıklarının dayanılmaz örtüsü altında karınlarından konuşuyorlar. Saf durulan yerden kıbleleri düzeltmeye çalışırlarken, kendilerinin o kıblelere meşruiyet hamalı haline gelmeleri yüzlerindeki acıyla birleşiyor ve kimilerinin hızlı hızlı soluyan öfkeli nefesleri, kimilerinin de durağanlığın uyuşturucu fısıltıları arasında nasıl bireyleştiğini, önce yavaşça sonra ilerleyen hızla saflardan nasıl savrulduklarını seyrediyorlar.

‘Sartre Sendromu’ dediğim şey tam da burada; mazlumların yanında ve meydanda olmanın noksanlığı. Ve karamsar tabloların arasından harcanan idealler yığını. Bizim topraklarımızın bazı öncüleri, zalimin yanında yer almayacak kadar donanımlılar ama tam burada söylemek istediğimiz şey; ‘Sartre sendromu’, mazluma da kulp takıp kendini etkisizleştiren bir şey.

… 

Başlığın soru cümlesi olmadığını fark edenler içini, Sartre’ın da müşahhas bir kişi olarak tanımlamadığımıza işaretle:

“Sarte, mustazaflarla birlikte namaza dursaydın ne güzel olurdu!” 

YAZIYA YORUM KAT

1 Yorum