İtiraz İslâm’ın sekülerizmi reddeden özüne mi?
İslâm’ın birey, aile, toplum ve devlet hayatını fizik ve metafizik dengesinde kuşatan bir tasavvuru olduğu Müslüman olmayanların dahi farkında olduğu bir hakikattir. Bu tasavvurun kaynağı ise Müslümanlara göre vahiydir.
Varoluşsal anlamı kendi etrafında toplayan konsantre öze dair bir tasavvur bu.
Kur’an-ı Kerim’i baştan sona okuyan her insan Allah’ın (c.c) İslâm’ı bünyesinde canlı yaşayan birey, aile ve toplum vazettiğini açıkça görür. Hz. Peygamber’in (sas) hayatına bakan kişi ise, bunun yaşayan canlı hayatın her alanına nasıl aktarıldığını müşâhede eder.
Kur’an’ın en uzun âyetinin borç alıp vermeyi tanzim eden (Bakara: 2/282) âyet olması bile bir fikir vermeye yeter. İslâm’ın tevhid inancına, helal ve haram esaslarına göre örgütlenmiş toplumsal yapısının doğal sonucuna da modern dönemde İslâm Devleti deniyor.
Ontolojik ve epistemolojik çerçevesini vahyin çizdiği kendine has bir tasavvurdan bahsediyoruz.
Bu tasavvur fitri talepleri besler. Bu talepler ne 19. asırda, ne de Efendimiz’le başlamıştır. Bu talepler ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem’le başlamış ve bütün peygamberlerin davetinin merkezini oluşturmuştur.
İslâm tarih bilincinin farkında olmak gerek. Tevhid inancı tarihi parçalara ayırmaz, Hz. Adem’le başlayan hak ve bâtıl mücadelesi tevhid ve şirk eksenli cereyan etmiştir, kıyamete kadar da böyle devam edecektir. Bâtıl düzenlerin kendi içindeki mücadelesi bu gerçeği değiştirmez.
Müslümanlar hangi peygamberden müstağni kalabilir ki? Hangi peygamberi rehber edinmekten kaçınabilir ki? Kur’an geçmiş peygamberlerin kıssalarını boşuna mı ebedîleştiriyor?
Peygamberden peygambere yaşanan farklılıklar değişen sosyal olayların, özünü kaybetmiş pratiklerin vahiyle belirlenmiş sâbit İslâm tasavvuru çizgisine çekilmesinin hikâyesidir. Efendimiz’den (sas) sonra peygamber gelmeyeceği için de bu görev ehlinin mahallinde yapacağı içtihatlara bırakılmıştır.
Müslümanların referans kaynakları, canlı hayata ve buna dair detaylara yüklediği anlam eğer İslâm’la alakalı ise, ortaya çıkacak hâsılaya İslâmlaşmak veya Müslümanlaşmak da denebilir, kimileri buna İslâmcılık da diyebilir. Bu yukarıda belirttiğimiz öze bir itiraz serdetmiyorsa, kavram kargaşasına gömülüp hakikati ıskalamamak gerekir.
Bugün bu öze itirazı olanlar daha çok anglo-sakson postmodern sekülerlikten medet umanlardır. Türkiye’nin nice acılara sebep olmuş katı laiklik tecrübesinin bunu meşrulaştıracağını sanıyorlar. Bu tür sekülerliğin İslâm’ın içini boşaltmaya teşne olduğunu söylemekle yetineceğiz. Müslümanların buna razı olması düşünülemez.
Hayatlarının bir döneminde bu taleplere sahip olup da sonradan bundan vazgeçenlerin ‘İslâm’ın bu tarz talepleri olmadığı’ mealinde lakırdılar etmesi sadece onları bağlar. Kaldı ki, bütün Müslümanlar bile buna razı olsalar Allah buna razı olmaz, dinini temsil edecek yeni bir nesil vareder, aynen Kur’an’da buyurduğu gibi.
Kur’an ve Sünnet dinin aslî iki kaynağı olarak kaldıkça, cemiyet düzenini ve devleti kuşatan bütünsel tasavvurun peşinde koşan, hayatını bununla anlamlandıran kişiler herdaim olacaktır.
İslâmcılıkla adlandırılan akımın en belirleyici vasfı “öze dönüş” çağrısıdır. Öze dönmek bittabi olarak dine dönmektir. Dine dönmek ise bizzarure kaynaklarla irtibat kurmayı getirir. İnsan kaynaklarla irtibat kurmaya görsün, o zaman hayatın İslâmlaştırılması, yani inancın yaşanan hayata içkin olması kaçınılmaz olur.
Kısacası, İslâmcılığın özünde İslâm’ın vahiy temelli hükümlerini birey, toplum ve devlet hayatına tatbik etmek varsa eğer, ki var, tesmiye tarihsel ve modern olsa da bu öz dönemsel değildir. Katı laikliğin değiştiremediği bu gerçekliği, yumuşak laiklik/sekülerlik de değiştiremez
YENİ AKİT
YAZIYA YORUM KAT