İtham etmeden tartışabilmek...
Yasin Aktay bazı meseleleri doğru düzgün tartışabilmenin önemine dikkat çektiği yazısında itham eden tarzın sorunlarını vurguluyor.
Yasin Aktay / Yeni Şafak
Neyin telaşında, neyin endişesindeyiz?
Türkiye’de özellikle din, milliyetçilik, vatan gibi kavramlar etrafında tartışmanın kolaylıkla başkalarını ihanetle, sapkınlıkla, hatta dini tahrip etmekle suçlanması kabul edelim ki herhangi bir konuda derinlemesine bir tartışmanın yürütülmesine engel oluyor. Bir fikir ileri sürenin bunu sadece bir fikir olarak, bir düşünce olarak ileri sürmeyeceği, mutlaka ardında başka bir kötü niyet olacağı düşüncesi hemen her kesim tarafından takınılan bir şüphe hâli hâkim.
Hal böyle olunca insanlar fikirlerini geliştirmekten önce kendilerinin referans verilen kurulu inanç, değer veya kurumlara ne kadar sadık olduklarını ispatlamaya daha fazla odaklanıyorlar.
Veya tam tersi oluyor, kendilerini bu kadar kolay yargılayan muhatapların referanslarına basıyorlar isyanı.
Millet, vatan, din, insanları birleştireceğine böylece daha fazla bölen, parçalayan referans değerlere dönüşüyor. Bu milletin sadık mensupları kimlerdir? Bu vatanın gerçek evlatları hangimiziz? Bu topraklara en önce gelenler mi? Çok sonradan gelip vatan için en çok bağırıp çağıranlar mı? Bunun öncesinde vatan nedir? Millet nedir? Milleti tesis ve temin eden esaslar nereye kuruludur? Bizi birbirimize bağlayacak, birbirimizle ilişkili kılacak olan şey doğal bağlarımız mı, belli esaslar etrafındaki bir akdimiz mi? Nedir?
Bunların etrafında bir tartışmayı yürütecek bir sükûnet ortamını bulamıyoruz, çünkü birilerinin bütün gayreti tam da bunları düşündürmemek üzere: Vurun, söyletmeyin. Bu konuda iyi kötü duyduğumuz farklı, düşünce parıltıları da kopan gürültülere karşı kafayı sıyıranların sözleri oluyor. Delice, ama içinde bir nebze hakikat payı barındırabiliyor.
Aynı şey din için de sözkonusu.
Özü itibariyle din Allah’ın dini. Allah ise mümin, münafık, kâfir ayırt etmeksizin bütün insanları yaratan onlara rahmet ve merhametini esirgemeyen, günahkârlara dahi bu dünyada günahları için fırsat veren, günah işlediler diye ne rızıklarını ne nefeslerini kesmeyen, onlara biçilen ömür kadar mühlet tanıyandır. Her bir kuluna bütün günahkârlığına rağmen tevbe kapısını sonuna kadar açık tutmuş, o kapıdan girmeye doğru bir adım atana on adım yaklaşacak kadar bütün kullarını seven Rabbimiz.
Buna mukabil din adına, Allah adına konuşanların Allah’ın bütün kullarına eşit mesafede olduğunu ve bütün kullarının istedikleri anda kendisiyle irtibat kurabileceklerinden haberdar değiller gibi. Allah’a kim ne kadar uzak olursa olsun, Allah her kuluna şah damarından da daha yakın. Ne kadar uzak olursa olsun kul dua etmek istediğinde Allah’la arasında hiçbir perde yoktur. Yani birilerinin haşa bir mülk haline getirip kendi saflarına çekmeye çalıştıkları Allah herkesin Rabbi. Birileri bundan haberdar olmasa da. Peki nedir bu, özellikle din adına hareket edenlerin din adına kurmaya çalıştıkları sözcülük tekeli?
Yıllar önce yine İslam, Kur’an, Sünnet, yorum, modernizm, tarihselcilik, hermenötik gibi konuların bolca ve hararetle tartışıldığı konferansların birindeyiz. Sanırım yine tarihselcilik iddiasında bulunuyor diye birilerinin “Din elden gidiyor” telâşını sergileyip bunu savunanları neredeyse dinden çıkmakla itham ettiği bir oturumdu. Oturum başkanlığını Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Sait Şimşek yapıyordu. Olabildiğince sakin, telaşsız ve o bilge üslubuyla muhteşem bir ayar yapmıştı: “Birileri şunu veya bunu dedi diye din elden gitmez. Telâş etmeyin. Din Allah’ın dinidir. Allah dinini korur. Biz kendi halimize bakalım. Neyin telâşındayız?”
Bu soruyu o günden beri din adına konuşan herkesin hallerine bakarak sormanın sağlam bir ölçü olduğunu gördüm. Din elden gidiyor diye telâş edenler neyin telâşında gerçekten? Bu din hakikat dinidir. Hakikat ise güneş gibi, araya bulutlar da girse, geceler de gelip geçse ışığını başka her şeyin görülmesini temin edecek şekilde gösterir.
Tabii yine görene gösterir. Kimse kimseye vekil, kefil, müheymin veya musaytir değil.
O halde insanları biraz farklı düşünüyor diye hemen din dışına, ehl-i sünnet dışına, millet dışına çıkarmaya bu kadar heveskâr olmanın anlamı ne?
Hani sormuştuk ya? Hiç mi sevmiyorsunuz müminleri? Hiç mi sevmediniz? Allah için sevmek ne demektir hiç mi bilmediniz? Allah için sevmek insanı kusuruyla, hatasıyla, sevabıyla, eksiğiyle, fazlasıyla sevmektir. Hiçbir beşer kusursuz, eksiksiz değil çünkü. Bu sevgiyi giderecek bir eksiklik varsa tamamlamaya şefkatle çabalarsınız. Bir kusur varsa düzeltmeye merhametle çalışırsınız. Bunu yapmak yerine sanki dilinin veya ayağının sürçmesini avını bekleyen biri gibi karşılayıp üstüne gaddarca çullanma telaşı neyin ifadesidir?
Bu biraz Kabil’in Habil’e duyduğu kıskançlığın bir ifadesi olmasın? Biraz kardeşlerinin Yusuf’a duydukları kıskançlığın bir devamı olmasın?
Hatasız kul olmaz. Kardeşinde bularak dedikodusunu yaptığın, hedef göstermeye vesile ettiğin kusurların, arasak sende belki bin katı bulunur. Senin avantajın belki sadece o kardeşinin senin kadar hasis olmaması veya senin böyle bir kıskançlığa maruz kalmamış olman. Bir kusuru için, onca hizmeti, gayreti olan, insanların kalbinde onca muhabbeti olan bir kardeşini mi öldüreceksin? Kendine gel. Habil-Kabil kıssası kafirlerle Müslümanlar arasındaki bir savaşa dair bir kıssa değil.
Aynı şekilde Hz. Yusuf kıssası Müslümanlarla kafirler arasında geçen bir olay değil. Tam tamına senin hikayen.
Din alanı bir piyasa alanı değil. İnsanların inanıp inanmaması bir noktadan sonra Allah’a ait olduğu için, kimsenin umurunda olmamalı. İnsanlar ateist mi olmuş, deist mi olmuş, yoldan mı çıkmış, herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor. Onlar adına duyduğum telaş, din adına kurmuş olduğum bir ticarethanenin müşterilerinin azalmasıyla mı ilgilidir yoksa gerçekten insanların akıbetleri hakkında duyduğum endişe midir?
Elbette beni çok çok mutlu eden, iliklerime kadar işlemiş bir imanım var. Bu imanımı herkesle paylaşma isteğim herkesin mutlu olması arzusudur. Neticede bir insan sevgisidir. Şefkatle, bendeki bir iyiliği paylaşma isteğiyle kendini gösteren bir sevgi. O yüzden sapıtan insan gördüğümde sadece üzülürüm. Hem de çok üzülürüm, Allah’tan ona hidayet vermesi için dua ederim. Sapkınlığını daha da azdıracak şekilde onu hedef haline getirmenin büyük vebali olduğuna inanırım.
Allah’ın dinini temsil iddiası taşıyanların belki kendilerine çeki düzen vermeleri gereken referans noktası şudur: Davasını güttükleri şeyden dolayı bir kazançları oluşuyor mu? Öyle ki şehrin derinlerinden gelen sâlih zat, “Sizden hiçbir karşılık beklemeyen bu insanlara tabi olunuz” diyerek şahitlik edebiliyor mudur?
HABERE YORUM KAT