1. YAZARLAR

  2. Yavuz Bahadıroğlu

  3. İstanbul’un ortasında boğularak ölmek
Yavuz Bahadıroğlu

Yavuz Bahadıroğlu

Yazarın Tüm Yazıları >

İstanbul’un ortasında boğularak ölmek

12 Eylül 2009 Cumartesi 00:28A+A-

İstanbul’un orta yerinde insanların boğularak ölmeleri karşısında canım çok acıdı…

Başkalarının felaketi üstüne çıkar hesabı yapan şerefsizlerin kameraya sırıtmaları karşısında ise çok utandım…

Ve bu şehri yönetenlerin kendilerinden başka herkesi suçlayan açıklamaları karşısında canım çok sıkıldı…

Anladım ki, bir şehrin başına gelebilecek en büyük felaket ne deprem, ne sel felaketidir…

En büyük felaket, sorumluluğu başkalarının üzerine atıp sıyrılmaya çalışan yöneticilerdir!

Millete “hilaf-ı hakikat beyan”da bulunanlardır.

Kameralar yağmacıları zumlarken sayın yöneticimiz, “Yağma filan yok” diyordu, “Her şey normal, duruma hakimiz!”

Şaşkına dönmüştüm…

Aynı yöneticimiz birkaç sene önceki yoğun kar yağışında da böyle yapmıştı…

Ona göre “Her şey normal”di…

“Kimse mahsur değil, tüm tedbirleri aldık, duruma hakimiz” diyordu.

Çıldırıyordum.

Çünkü tam 14 saat müddetle Haramidere mevkiinde bir arabanın içinde mahsurdum.

Nasıl kahrolmuştum!

Mahsur kalanlar canlı yayınlara katılıp yürekler acısı durumlarını anlatıyorlardı, ama şehri yönetenler ısrarla “asayiş berkemal” nutku atıyorlardı.

Yaşadığım şehirden nasıl utanacak hale gelmiştim!

Sel baskını sonrasında yöneticilerimizin savunma biçimleri daha önce de yazmış olduğum “Kanuni Sultan Süleyman’la yaşlı kadın” olayını hatırlattı…

İstanbul’un kenar mahallelerinin birinde oturan yaşlı bir kadın günün birinde saraya gidip padişahla görüşmek ister…

Öylesine ısrar eder ki, devrin Padişah’ı Kanuni Sultan Süleyman, yaşlı kadını huzura alır: “Söyle bakalım, derdin nedir?”

“Dün gece, evime hırsız girdi, her şeyimi çaldılar.”

Padişah yol gösterir: “Karakolhaneye şikâyete gitseydin, yahut Kadı Efendi’ye... Neden bana geldin?”

Kadın öfkeli gözlerle Kanuni’ye bakar: “Çünkü balık baştan kokar. Sana geldim ki, hal-i ahvali bilesin.”

“Peki hırsızları gördün mü?”

“Görmedim, uyuyordum.”

“Tıkırtıları da mı duymadın?”

“Uyuyordum dedim ya, duymadım.”

Kanuni bu derin uyku karşısında hafifçe celallenir:

“Be hey kadın, bu ne derin uykudur?”

Yaşlı kadın dik dik Padişah’a bakar:

“Yaşlılık uykusu Padişahım. Ne bileyim, sizi ve devletinizi uyanık zannettiğimden mışıl mışıl uyumuşum. Geldim gördüm ki, gaflet uykusundasınız. Gayri damla uyku girmez gözüme! Artık uyuyamam!”

Padişah donup kalır, yaşlı kadın feracesini savura savura çıkar gider.

Sel felaketini yorumlayan yöneticilerimizi duyduktan sonra, artık uyuyabilene aşk olsun!

Sel felaketi esnasında can pazarı yaşanırken, yağmacılık yapanlar kadar onları uzaktan seyredenlere de çok kızdım…

Bizim malınızı götürseler böyle seyreder miyiz?..

Böyle “Nemelâzım” der miyiz?

Nemelâzımcılığın gözü kör olsun!

Nemelazımcılığa iyiden iyiye alıştık. Umursamazlaştık. Omuz silkip, “Bana ne” kolaycılığı varken, “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı içinde dertsiz ömür sürmek dururken, çileli uğraşları, derin düşünmeleri, sorumluluk üstlenmeleri kim ne yapsın?..

Neden umursamadığını sorsanız, “Tek başıma ne yapabilirim, bir çiçekle bahar gelmez ki…” deyiverir. Bir çiçekle belki bahar gelmez, ama her çiçeğin bir bahar müjdesi olduğunu unutmamak lâzım.

Siz tepki gösterirsiniz, arkanızdan gelen gelir.

Eminim gelenler olurdu, ama ilk olmayı kimse göze alamıyor. Risksiz hayat, oh ne rahat! Ancak adam gibi yaşamak gerektiğinde risk almayı gerektiriyor.

VAKİT

YAZIYA YORUM KAT