İsmail Kazdal’ın 1960’lı yıllara dair ‘İslami Uyanış’ anıları
Tarihi vesikalarda binlerce kez aktarılan ‘Cumhuriyet İlkeleri’nin İslam’a olan düşmanlığı İsmail Kazdal’ın vefatının ardından yazıları ile yeniden hatırlanmaya muhtaç hale geldi.
HAKSÖZ HABER
İslami düşüncenin evrelerinden söz edilecekse 1960'lı yılları pas geçmek mümkün değil. ‘İslami Uyanış’ olarak nitelenebilecek sürecin ilk evreleri tercüme eserler üzerinden olmuştu. Çünkü Türkiye de devrim gerçekleştirilerek Müslümanların kökleri ile olan bağı koparılmaya çalışılmıştı.
Özellikle “Cumhuriyet Devrimi” olarak nitelenen süreç, Müslümanların sosyal hayatını değiştirmeye, batıya endeksli hale getirmeye çalışırken aslında işin özünde “inkılaplar” ile amaçlanan Müslümanların İslam ile irtibatının koparılması gerekliliğiydi.
Batıda kabul görmenin başat unsuru “doğulu” olan tüm şeylerin, buna en başta ‘İslam’ dahil olmak üzere bağların koparılması gerekliliğiydi. Gemileri yakan “devrimciler” İslam’ın Türkiye’den silinmesi için uzun bir süreye ihtiyaçları olduğunu idrak edemedikleri için ilk çok partili seçimde kaybettikleri iktidarlarını yarım asırdan uzun bir süredir elde edemiyorlar.
İsmal Kazdal’da Müslümanların 1960’lı yıllarda İslam ile olan bağlarını yeniden sağlayabilmek için Ortadoğu’ya yöneldiklerini, çeviri eserler üzerinden yeniden İslami ihya ve inşa sürecine girdiklerini Haksöz Dergisi’nin 1992’deki 14. Sayısında şöyle yazıyordu:
“İslami düşüncenin evrelerinden söz ederken 1960'lı yılların, özellikle bizim ülkemizde çok önemli bir yeri olduğunu kabul etmek bir büyük hakkın teslimi olacaktır.
Öneminin nereden geldiğini açıklayabilmek için hiç olmazsa genel hatlarıyla önce, ülkemizde 1960 yıllara girerken İslami düşünce ve anlayışın ne durumda olduğunu bilmek gerekmektedir.
Altmışlı yıllara girilirken İslami düşünce, edebiyatı desteğine alan mistik ve duygusal bağlılıklardan ibaretti denilse fazla bir abartı, yahut haksızlık sayılmamalıdır yeni nesil tarafından.
İslam dini sadece Kur'an ve sünnette var olmasına karşın, bu iki temel kaynaktan hemen hemen hiç bahsedilmediği devirdi altmışlardan önceki dönem, İslam'a ait bütün teklifler maziye olan duygusal bağlılık ve her ne olursa olsun geleneğe sahip çıkmaya dayanıyordu.
27 Mayıs askeri darbesi bu durumu değiştiren en önemli etken oldu bizce... Çünkü, bu darbenin ardından belki de bulun çağların en büyük hurafesi komünizmin bağlıları artmışlar ve umutsuzluğa düşmüş olan büyük bir toplum kesimini komünist ideolojiyle etkilemeye soyunmuşlardı.
"SOSYAL ADALET" sloganıyla, gerçekten gayri adil olan toplum düzeni içinde yaşamaya mahkum edilmiş biçare insanlarımızın neredeyse büyük bir kısmı komünizme sıcak bakmaya başlamıştı.
Böyle bir durumda artık duygusal tarih bağlılığı dernek olan ve sosyal, siyasal ve ekonomik hiç bir içeriği bulunmayan kuru milliyetçilik, toplumun yaşamak için gereksinim duyduğu ihtiyaçlarına elbette ki cevap verecek durumda değildi.
Komünizm liberal kapitalizmin önüne geçmiş, kapitalizmin antitezi olan Marksizm kopardığı gürültüyle neredeyse ülkemizde tez haline gelmişti.
İşte bu toplumu zorlayan şart yeni bir arayışa itmişti duygusal milliyetçileri ve milliyetçiliği.
Yanlış olarak ekonomik eşitlik anlamına algılanan "sosyal adalet" kavramı (ki İslam'da içtimai tevazunun; yani, her bireyin hakkettiğini alabildiği nizamdır bu kavramın karşılığı) Marksizmin malı olup çıkmıştır bahse konu ettiğimiz dönemde.
Kapitalizmin vahşice ve bilinçsizce uygulandığı ülkemizde sosyal adalete sahip çıkan hangi ideoloji olursa olsun, ön plana çıkması kaçınılmazdı. Beşeriyet tarihinin en büyük hurafesi komünizm, karşısında başka bir görüş çıkmayınca, sosyal adalet kavramına sahip çıkmıştı bir anda.
İşte duygusal milliyetçiler bu durum karşısında yol ve yöntem değiştirmek ihtiyacını hissettiler. Özellikle de askeri darbeden sonra ön plana Çıkan ekonomik içerikli sloganlara karşı bir şeyler yapmak, yeni yöntemler ve düşünceler bulmak zorunda kaldılar.
Duygusal milliyetçilikle içice olan mistik İslamcılığın temsilciliğini yapan eski mücadelecilerin, bu yeni durumda söyleyecek pek bir şeyleri kalmamıştı. Çünkü bu yeni duruma ayak uyduracak biçimde yetişmemişlerdi. Kendi kabuklan içinde kapalı kalmışlardı. Yeni şartlara karşı koyacak maddi-manevi silahlara sahip değillerdi. Ansızın, hiç hesaba alamadıkları düşmanlar tarafından kuşatılıvermişlerdi.
Bu durumda zamanın genç nesli bir şeyler yapmalıydı. Ama onların da kendilerini bir kabuğa sokmaktan öte bir silahları bulunmuyordu. Çünkü, duygusal milliyetçiliği olduğu gibi devralmışlardı. Kendilerini yeni şartlara uygun biçimde yetiştirmeleri içinse hiç zaman yoktu.
Bu durumda yapabilecekleri tek şey, bizden daha önce Marksizmle tanışan Arap ve özellikle de Mısır kökenli yazarların eserlerini tercüme ettirmekti ve öyle de yaptılar. İlk tercüme eserin Seyyid Kutub'un İSLAMDA SOSYAL ADALET olması elbette ki bir tesadüf değildir. Daha önce de bahsini ettiğimiz gibi, zamanın en popüler konusu buydu çünkü. Ve Marksist espriye çok yakın bir İslami ekonomik yorum olan bu ilk tercüme kitap birden bazı milliyetçileri diğerlerinden ayırarak klikleşmelere sebep oldu. Çünkü, her ne kadar konuya Marksist bir espriden bakıyorsa da bu ilk tercüme eser, bütün iddialarını Kur'an ayetlerine dayamaya çalışıyordu. Böylece Kur'an ayetleri insanın hayatıyla ve yaşantısıyla ilgili bir konunun içine girmiş oluyordu.
En azından bu satırların yazarı olan bizim anlayışımızı bu noktada değiştiriyordu "İslam'da Sosyal Adalet' isimli tercüme eser.
Duygusal milliyetçilikten ve mistik İslami anlayıştan artık dönmemek üzere kopup gitmiştik bir anda.
Bu kopuş, radikal İslamın da başlangıcı olmuştur şüphesiz. Duygusallıkla bağlantılı bütün köprüler atılmış, gerçek hayatın ihtiyaçlarına reel önerilerde bulunan Kur'an bütün haşmetiyle devreye girmişti. Yalnızca zamanın içinde yaşanan yanlışları gözler önüne sermek gibi kısır didişmelerden kurtulup, radikal çareler sunmaya başlamıştık artık, özellikle altmışlı yılların ortalarından itibaren.
Tabii ki tercümeler desteğiyle yapıyorduk bu bizim çapımızı çok çok aşan büyük işi. Belki, (bazı yeni yazarların da dediği gibi) yaptırdığımız tercümeler gramer ve dil açısından basit ve iptidai idi. Ama o tercümeleri yaptıracak insan bulmak bile mümkün değildi bahsi edilen dönemde. Birçok tercümeyi, tercümeden yeniden tercüme etmek zorunda kalıyorduk. Tabii ki bu şartları yaşamayanlara durumu anlatmak fevkalade zor bir iştir. Zaten ilklerden olmanın zorluklarını yalnız ve yalnız aynı şartları yaşayanlar bilebilir.
Bu satırların yazan o devirde onu aşkın müstear isimle yazılar yazmaya çalışırken bir tek şeyi hedefliyordu. Bu tek hedef de, İslamı tarihteki müslüman toplumların baskısından kurtarmak ve bütün çözüm yollarını Kur'an'dan bulmaya çalışmaktı. Biz radikalizmi, tarihe ya da felsefeye bağlamaya çalışmıyorduk. Her şeyi sadece ve sadece Allah'ın kitabına bağlamayı amaç edinmiştik.
Onun içindir ki, özellikle HİLAL dergisi ve kitap yayınlarında yaptırdığımız tercüme kitapları daha iyi anlaşılması için şerhedip açıklıyorduk durmadan, usanmadan... O kadar ki, HİLAL imzasıyla yazdığımız tercüme eserlerin takdim yazılarında, bazen kitabın kendi sayfalarını aşan sayfada laf ediyorduk. Tabii ki sadece Hilal'de değil, "Bizim dergiye de yaz!" diyen bütün dergilerde, İslamın bir hayat nizamı olduğunu ve bu nizamın da Kur'an ayetleri arasında yer aldığını yazıp duruyorduk.
Bize göre altmışlı yıllarda siyasi bilinç de pek gelişmemişti. CHP zulmünden çok çekmiş olan Müslümanlar, bu partinin karşısında yer aldığını söyleyen partiyi, yahut partileri reyleriyle destekliyor; ehven-i şer yaveleri ile uyutuluyordu.
İşte biz böyle bir siyasal telakki ortamında, Müslümanları rey istismarından kurtaracak yeni bir partinin, İslami bir siyasi teşkilatın kurulmasını telkin ve teklif ediyorduk... Hem de o zamanların meşhur İslam öncülerinin isteklerine karşı çıkarak yapıyorduk bu önerileri.
Tabii bu arada hakkında hiç bir bilgi sahibi olunmadığı halde, tabu haline gelmiş büyük İslam alimi ve düşünürlerini de yere indirmeye çalışıyorduk.
Bütün kavramlar karmakarışıktı. Her mesele boşluktaydı. Hayatın herhangi bir fakültesi hakkında net bir bilgi bulunmuyordu. Onun için, bindokuzyüz altmışların yükünü taşıyan bizim nesil, her soruna ve soruya cevap vermek yahut bulmak mecburiyetinde kalıyor ve elbette ki doğal olarak ihtisaslaşamıyordu.
Bu bakımdan bizim yapmaya çalıştığımız iş, ilerideki ihtisaslaşmaya zemin hazırlamaktı. Bunun için de düşünceyi ve itikadı düzeltmeye kalkıyor, doğru şablonu vermeye çalışıyorduk. Bir bakıma hurafeleri ayıklama savaşıydı yaptığımız.
Evet, altmışlı yıllarda radikal İslam düşüncesinin temelleri kolayına atılmamıştı. Bu temel atılırken, hem tarihin baskısıyla karşılaşıyor, hem de mevcut dini anlayışların temsilcileri ile boğuşmak zorunda kalıyorduk.
Kur'an'a yönlendirmeye çalıştığımız için bize yakıştırılan en hafif itham kostümü Vahhabilik oluyordu. Bunları diyenler sonradan bir Vahhabi devleti olan Suudi Amerika'dan milyarlarca lira destek aldılar dedikodulara bakılacak olursa.
Evet, yeni İslam düşüncesinin temelleri kolayca atılmamıştı. Bir yandan rejimle, öte yandan kendi inandıklarını hak zanneden hurafecilerle boğuşmak o kadar kolay olmasa gerektir.
Onun için altmışlı yıllarda yeni bir İslami anlayış sunmaya çalışanlara ve onlara yardımcı olanlara teşekkür etmek her müslüman için bir borçtur...
Nasıl ki altmışların nesli olan biz, duygusal planda da olsa, bize kadar gelen İslam emanetini bize ulaştıran bizden Önceki nesle müteşekkirsek...
Çünkü onlar olmasaydılar biz, bizim kuşağımız olmasaydı, bugünün radikal İslam yazar ve düşünürleri olmazdı. Bu anlayışımızın İslami edeb olduğuna inanıyoruz. Başka bir amacımız, isteğimiz diyet yok. Çünkü, biz yalnız Allah'a itaat etmeye çalıştık, onun içindir ki yalnız O'ndan yardım dilendik...”
HABERE YORUM KAT