1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. İsmail Coşkun: “Kemal Tahir yerleşik tarih ve siyaset anlayışını kritik eder”
İsmail Coşkun: “Kemal Tahir yerleşik tarih ve siyaset anlayışını kritik eder”

İsmail Coşkun: “Kemal Tahir yerleşik tarih ve siyaset anlayışını kritik eder”

İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı İsmail Coşkun, Kemal Tahir'in özellikle romanlarıyla Türkiye'deki hakim düşünme biçimlerine karşı önemli itirazlar yönelttiğini ifade ediyor.

27 Ağustos 2024 Salı 17:00A+A-

Buse Köseoğlu & İsmail Coşkun / T24

Kemal Tahir ve Türk modernleşmesi üzerine söyleşi

Genç Cumhuriyet'in edebiyat ve düşün çevrelerine, Türk modernleşmesini algılama ve anlatma biçimiyle damgasını vurmuş Kemal Tahir, döneminde hem çok sevilip dikkatle takip edildi hem de çok eleştirildi. Aziz Nesin daha sonra buna "fırtına" diyecekti. 

Hep çok tartışmalı bir isim olan Kemal Tahir; etkilerini 2000'li yılların ilk çeyreği bitmeye yaklaşırken bile yaşadığımız Türk modernleşmesi, Anadolu gerçekliği ve imparatorluktan cumhuriyete geçerken devlet-toplum ilişkisi fasıllarını neredeyse 1900'lerin ilk çeyreğinde açtı.

Fakat Türk modernleşmesinde Batı düşüncesine ilişkin fikirleri ve Osmanlı yıkılıp yerine bir Cumhuriyet kurulurken tarihe bakışı, onu döneminin klasikleşmiş isimlerinden biri yaptı.

O nedenle de şimdi tıpkı sağlığında olduğu gibi hem çok seviliyor hem de çok eleştiriliyor. Siyasetin hem sağ hem de sol tarafı da bugünlerde onun yazdıklarına daha dikkatle yaklaşıyor. 

Beyoğlu'nda kendi deyimiyle "zagon kestiği" yıllardan komünistlerle tanışmasına, hapishane sürecinden gazeteciliğine ve üst üste yayımladığı romanlarıyla estirdiği edebiyat fırtınasına "çözülmenin romancısı" Kemal Tahir'i İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölüm Başkanı Prof. Dr. İsmail Coşkun'la konuştuk.

- Kemal Tahir'in çocukluğu, içinde yetiştiği aile, sokaklarda geçirdiği yıllar ve hapishane süreci hem edebiyatının hem de topluma bakışının şekillenmesinde nasıl bir rol oynuyor? Kemal Tahir kimdir?

Kemal Tahir, 1910 doğumlu. Kentli ve orta halli bir ailenin çocuğu. Baba tarafından Şebinkarahisarlı; önce Kemal Tahir'in amcası İstanbul'a geliyor, daha sonra Kemal Tahir'in babası olacak olan küçük kardeş geliyor. Marangozhanede, Kasımpaşa'da tersanede çalışıyorlar. Saray'dan becerikli, hünerli bir marangoz talebi geldiğinde Kemal Tahir'in babası Tahir Efendi seçiliyor. Abdülhamit ile yakın çalışıyor. Baba, Saray'daki bu ilişkiler içerisinde oranın görgüsünü, terbiyesini almış biri. Annesi Adapazarı'nın Kayalar köyünden, Kafkas kökenli. Buradan Saray'a verilen çocuklardan… Saray'da Naile Sultan'ın hizmetinde bulunmuş biri. Yetişkinliğinde Tahir Efendi ile evlendirilmiş. Bu anlamda her iki taraftan da bir orta hallilik, kentlilik söz konusu. Ayrıca bu kentliliği besleyecek, ona eklenecek bir olgu Galatasaray Lisesi'nde okumasıdır. 

Baba, II. Meşrutiyet sonrasında Abdulhamit'in tahttan indirilmesini müteakip İttihat ve Terakki siyasetince yürütülen tasfiyeye maruz kalır. Ayrıca Padişah tarafından kendisine verilen eve de el konulur, sonrasında parasını yeniden ödeyerek güç bela evin sahibi olur.

Tahir Efendi, I. Dünya Savaşı nedeniyle cepheye gidiyor. Çanakkalede yaralanır. İstanbul'a döner. Daha sonra harp sırasında cephe gerisinde hizmet etmek üzere Anadolu'ya gönderilir. Aydın, Nazilli, Burdur'da görev yapar. Kemal Tahir, çocukluğunu ve ailesini anlattığı otobiyografik Bir Mülkiyet Kalesi romanında, erken çocukluğunda tanıklıklarına dayalı olarak cephenin, ordunun çözülüşünü, bozgunu olağanüstü başarılı bir şekilde anlatır. 

Çocukluğunda İstanbul'un işgaline tanıklık eder. 1926'da, 16 yaşındayken annesini kaybeder. En küçüğü bir yaşında üç kardeş babaları tarafından annelerinin akrabalarının bulunduğu köye bırakılırlar. Kemal Tahir bir süre sonra köyden ayrılarak kısa süreli geçici işler aramak için önce Zonguldak'a, daha sonra İstanbul'a gider.

"Kabadayılık" yılları

İstanbul'da muazzam bir sokak hayatı yaşar. Bunun gelecekte edebiyatına çok ciddi bir yansıması olacaktır. Yaklaşık bir buçuk yıl Beyoğlu'nda bekâr odalarında kalır ve sokakta "zagon keser". Bildiğiniz kabadayıdır. 70'lerde Bülent Ecevit'in yazdığı ve desteklediği Özgür İnsan isimli bir dergi vardır, onun arka kapağında Kemal Tahir'i elinde tespihle kabadayı olarak karikatürü neşredilir. Karikatür Kemal Tahir'in bu dönemini ima eder. İki yıla yakın sokaktadır ve sokağı tüm boyutlarıyla yaşar.

Sonrasında hangi şanslı tesadüfün eseri olduğu bilinmez ama Bab-ı Ali'yle ile tanışır. Artık Cağaloğlu'ndadır: Hem edebiyatla tanışır hem de gazetecilikle… Çok kısa bir süre içinde edebiyatla çok sağlam ve dolu dolu bir ilişki kurar. Geçit dergisinde kendi imzasıyla ya da ‘Geçitçi' imzasıyla yazdığı yazılara bakılırsa bu görülecektir. ‘Edebiyatımızda Anadolu' başlıklı bir yazısı vardır ki bu yazıyı yazdığında 23 yaşındadır, Türk edebiyatında kendi kuşağına kadar olan Anadolu ilgisini değerlendirir. Muazzam sorular sorar. Kritik tespitlerde bulunur.

Özgür İnsan dergisinde Kemal Tahir karikatürü

Komünistlerle tanışıyor

Geçit deneyimi yedi sayı sürer ve akim kalır. Sürdüremezler. Gazetelerde çalışmaya başlar. Aynı zamanda Nâzım Hikmet ve çevresiyle tanışır. Önce TKP kurucu üyelerinden Börklüceli Mustafa'yla, örgütlü solla ilişkiler kurar. Bu ilişkiler içinde Nâzım Hikmet'in yanı sıra Suat DervişHikmet Kıvılcımlı, Kerim Sadi gibi isimlerle de tanışır. O gün için solda kim varsa, bütün diyebileceğimiz bir ölçekte sağlam ve yakın bir ilişki geliştirmiştir.

1938'de Donanma Davası diye bilinen davadan tutuklanmıştır. Kemal Tahir'in kardeşi Nuri Tahir bahriyede astsubaydır. Hafta sonları Kemal Tahir'de kalmaktadır. Bu gelişlerinde Kemal Tahir de kardeşine Sabahattin Ali'nin kitaplarını verip o günkü ilgileri çerçevesinde bir şeyler anlatır. O günleri Soğuk Savaş iklimi gibi düşünün, uluslararası durum II. Dünya Savaşı'na doğru gidiyordur ve bunun bütün işaretleri vardır. Türkiye de o dönem her iki kampla da birtakım ilişkileri yürütmeye çalışıyor. Almanya ile ilişkilerin yoğun olduğu o dönemde, biraz da Nâzım Hikmet'in de ağzının kalabalıklığı nedeniyle, olaylar gelişir, ortalıkta sol adına kim varsa, donanmayı isyana teşvikten toplama yapılır. Sabahattin Ali'nin metinleri ne kadar Marksist'tir, bana göre tartışılır. Size abartılı bir yorum olarak gelebilir ama Ali'nin eserlerinin eleştirel olduğu, tek parti dönemi siyasetine muhalif olduğu ne kadar doğruysa, Marksistliği de o kadar tartışmalıdır.

Sonuç olarak Kemal Tahir, kardeşine Sabahattin Ali'nin kitabını verdi diye 15 yıl 4 aya mahkûm olur. Mahkeme süreci bitene kadar Nazım ve diğer tutuklularla İstanbul Tevkifhanesi'nde kalır. Çankırı Hapishanesi'nde Nâzım Hikmet ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile beraberdir. Nazım, biraz sonra aile ilişkilerinin yardımıyla, Ali Fuat Cebesoy'un yeğenidir, Bursa Hapishanesi'ne geçer. Kemal Tahir, Çankırı'dan sonra sırasıyla Malatya, Çorum ve Nevşehir cezaevlerinde bulunur. Cezaevi deneyimleri farklı metinlerinde işlenir. Esir Şehrin İnsanlarıKelleci Memet'i burada zikretmekle yetinelim.

1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesinden sonra cezaevinden çıkış olur ama iklim hâlâ Soğuk Savaş iklimidir. Antikomünizm her yerdedir ve komünist tevkifatları birbiri arkasına gelir. Hâlâ kendi ismiyle eserlerini yayımlayamaz; zaten gazete sahipleri ‘böyle bir komünistin' öyküsünü basmayı tercih etmemektedirler. Müstear isimlerle çeviri, tefrika, telifli aşk ve macera romanları, Mike Hammer metinleri kalem almaktadır. Bunlar geçim kaygısıyla yaptığı işlerdir daha çok o dönemde.

- Peki polisiye romanları da bu döneme mi denk geliyor?

Kemal Tahir'in 1930'larda okur olarak ciddi bir polisiye roman ilgisi var. Nazım Hikmet'le birlikte "zabıta romanları" hazırlama teşebbüsleri söz konusu. Mahpusluk döneninde bu ilgisi sürüyor, okur olarak olsun yazar olarak olsun, "aşk ve macera" olarak adlandırdığı romanlarında polisiye özellikler taşır. Polisiye eserleri, elbette müstear isimlerle, cezaevi sonrasında gündeme gelir.

50 sonrası, cezaevinden çıktıktan sonra Mike Hammer tercümeleriyle polisiyeyle ciddi ilişki kurar. Ancak Mike Hammer tercümeleri birebir çeviriler değildi. Kemal Tahir'leşen metinlerdir. O metinler çok da ilgi görmüştür, devamı istenir. Kanun Benim, yüz bin adedin üzerinde satılmıştır. Kemal Tahir, orijinal olarak yazarı tarafından kaleme alınmamış, dört tane daha Mike Hammer metni telif eder.

"En az Nâzım Hikmet kadar efsaneleşmiş bir isim"

- Kendi imzasıyla ilk metni ne zaman ve ne şekilde çıkıyor?

1955'te Martı Yayınevi'nden, ilk olarak 1941'de Tan gazetesinde neşredilmiş olan Göl İnsanları çıkar. İlk defa kendi adıyla bir kitabı yayımlanmış olur.

Ama 55'e kadar bütün sol entelektüel çevrelerde, en az Nâzım Hikmet kadar ismi efsaneleşmiş biridir Kemal Tahir. Bunu Ömer Faruk Toprak zikreder. Daha cezaevinden çıkmadan, ismi Nâzım Hikmet'le beraber anılan biri olur.

Hemen ardından Sağır DereKördumanEsir Şehrin İnsanlarıRahmet Yolları KestiYedi Çınar Yaylası, Köyün Kamburu… Böyle devam ediyor. Yılda neredeyse yaklaşık olarak iki kitabı çıkar. Tabii ki cezaevi döneminde birikmiştir. Kemal Tahir cezaevini bir yazı atölyesine dönüştürmüştür.

Kemal Tahir fırtınası

- Bu üretkenlikte 1961 Anayasası'nın sağladığı görece özgürlük ortamı etkide bulunmuş olabilir mi?

Üretkenliği zaten 55-60 arasında görüyoruz; 1960 sonrası iklim onu teşvik etmiş değil. İhtilâl konusunda ben mesafeli olduğunu düşünüyorum. 1961'de Yorgun Savaşçı tefrika edilmeye başlanıyor, tefrikanın yayımlanmaya başlandığı ilk gün gazetede Kemal Tahir'le yapılmış bir söyleşi de yer alıyor. "Ben sadece politikaya bulaşmamış, vatansever, gerçek subayların öyküsünü yazmak istedim" diyor. Bana göre ihtilâle mesafeli baktığı tespiti çok rahat bir şekilde yapılabilir. Peyami Safa'nın, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın, Haldun Taner'in ihtilâli alkışladığı, yanında durduğu bir dönemde Kemal Tahir için aynı durum söz konusu değildir.

1960'ların ortasına geldiğimizde artık ülkede gerçekten de bir Kemal Tahir fırtınası esmeye başlamıştır. Yorgun Savaşçı, Bozkırdaki Çekirdek, Devlet Ana, Kurt KanunuYol AyrımıBüyük Mal dehşet etkiler yaratacaktır. Devlet Ana zaten bambaşka bir etki yaratır. Başlı başına bir sanat olayı,"Devlet Ana Olayı" haline gelir. Soruşturmalar, açık oturumlar birbirini izler. Tam anlamıyla bir Kemal Tahir fırtınası eser. Bu arada bu ‘fırtına' tanımlaması bana ait değil; Aziz Nesin bunu "Süleyman Nazif'ten bu yana edebiyatımızda bu çapta bir fırtına esmedi, diğer hepsi meltem düzeyinde kalır" şeklinde ifade eder.

"Devlet-toplum ilişkisinin nasıl hasarlandığını anlatır"

- Siz Kemal Tahir için "Çözülmenin romancısı" diyorsunuz. Zaten hem kişisel hayatında hem de içinde bulunduğu dönemde ciddi politik, sosyal çözülmeler de yaşanıyor gerçekten. Bunu biraz açalım mı?

Kemal Tahir, 1910 doğumlu. Bu kuşak krizin, yıkılmanın, çözülmenin, paramparça olmanın içine doğar. Bu ‘paramparça' lafını bugünkü kuşağa anlatmak için o günkü gazeteleri tek tek, sayfa sayfa okumak lazım. 93 Harbi'nden itibaren bütün Balkanlar, Kafkaslar İstanbul'a oluk oluk akmaya başlar. O günkü matbuatta "Muhacir sürüleri" denilir bu göç dalgasına. Nasıl bir sıkışma ve kaybedişe maruz kalındığını ifade etmek için söylüyorum.

Bütün bu yıkılış ve imparatorluğun kaybedilişine, o günkü toplumun imkânlarıyla omuz verdiği bir Millî Mücadele süreci eklenir. Tekrar bir şeyleri kurma ve direniş var; yani yıkılışı da yeniden kuruluşu da deneyimliyor Kemal Tahir kuşağı.

Fakat kuruluştan sonra gelen süreç sert. 1923'ü ve Lozan'ı önemseriz, çünkü Türkiye yeniden bir bağımsız devlet statüsü kazandı ve sömürgeleştirilemedi. Ancak sonrasında gelen süreç çok da iyi değil. Elde zaten kırık dökük bir tablo kalmış, kalifiye insanlarınızı Çanakkale'den beri sürekli kaybediyorsunuz; ayrıca iktidarın kendi dışındaki unsurlara herhangi bir rekabet imkânı vermemeye yönelik sert tasfiyeler yaptığını görüyoruz. Şeyh Sait İsyanı'nı müteakip açılan Takrir-i Sükûn'la beraber matbuatın susturulması, suikastler, ağır tevkifatlar başlayacak. Bunlar birbirinden ayrı şeyler değil, iktidar dışındaki farklı ve alternatif olarak ortaya çıkabilecek güçler açısından sert bir dönem yaşanıyor.

"Yerleşik tarih ve siyaset anlayışına kritik bakmaya başlar"

1938 sonrasında Kemal Tahir bu meselelere çok fazla kafa yorar. Bize öğretilene, yerleşik tarih ve siyaset anlayışına kritik bakmaya başlar. Yorgun Savaşçı'da, Esir Şehrin İnsanları'nda, Bir Mülkiyet Kalesi'nde bu meseleleri uzun uzadıya irdeler. Ama aynı zamanda soru sorar. Özellikle kırsal gerçekliğimize ilişkin metinlerde devlet-toplum ilişkisinin nasıl hasarlandığını, çelişkileri bariz bir biçimde ortaya koyar.

Bütün bu krizlere maruz kaldığı için eserlerinde odak bütün bu yıkılış ve çözülüş sürecidir; görece de devlet oluş sürecidir. Tüm eserlerinde izlek 1890'lardan 1940'lara kadar olan Türkiye'dir; buradaki tema toplumsal durumdur, aydının konumudur, siyasetçinin temsilidir.

"Kurtlukta düşeni yemek kanundur"

- Tam da burada bahsedelim, Kurt Kanunu'nda ciddi bir değişimi', tam olarak çözülmeyi; eski kadrolarla yeni kadroların çekişmesini okuyoruz. Örneğin "Kurtlukta düşeni yemek kanundur" cümlesiyle başlıyor roman. Nasıl bir eser, yayımlandığı dönemde nasıl bir etki yaratıyor?

Devlet Ana'dan hemen birkaç yıl sonra yayımlanıyor Kurt Kanunu, 1969'da. Maalesef süregelen tartışmalar onu Asya tipi üretim tarzı, Osmanlı'ya bakış ve Kemalizm eleştirisi gibi konulara hapsetmiş olsa da aslında tüm bunlara sığamayacak olan Kemal Tahir'in metinleri çok boyutludur, Kurt Kanunu da öyle…

1969'da Türkiye iklimine baktığımızda çok ciddi bir dinamik var. 1961 Anayasası'nın getirdiği görece özgürlükler ortamında -ki bana göre bu Anayasa'nın kendisi ve getirdiği özgürlükler de nedenleri bakımından tartışma konusu olmalı çünkü sivil hak talepleri neticesinde Anayasa değişmemiştir- o güne kadar illegaliteye mahkûm edilmiş, tevkifatlarla aralıksız dövülen solun siyaset yapma imkânları ortaya çıkmıştır. Üniversitelerden başlayan toplumsal hareketlilik, örgütlü bir sol tecrübeye dönüşüyor. Giderek de şiddet araçlarına başvurarak toplumsal devrime gidileceğine dair yaklaşımlar sola nüfuz etmeye başlar. Aynı anda da muazzam bir Latin Amerika, kır gerillası romantizmi çıkıyor. Bu romantizm, silahlı mücadele ve hemen biraz sonrasında gelen sert bir tasfiye, 12 Mart ile neticelenecek; böyle bir olgu var. Kurt Kanunu böyle bir iklimde ortaya çıktı.

Kitapta İzmir suikasti fon olarak yer alır. Mustafa Kemal'in kendi iktidarını kurduğu bir dönem, 1920'lerin ortasındayız. Eski İttihatçı çevrelerde kendilerine "Biz A Takımı iken B bile değil C Takımı'nda olanlar iktidar oldu" diye bir güç vehmetme söz konusu, iktidar arayışları var. Suikaste, silaha başvurarak kolaylıkla iktidar olabileceklerine yönelik inanç yaygın. Eski komitacılık refleksleri de var. Bu arayışlar, bir suikast hazırlığına dönüşür. 

Bu tür arayışların ete kemiğe büründüğü, ancak sonradan buralara müdahale edildiği kitapta işlenir. Girişim başarıya ulaşmaz, sonrasında eski İttihatçı unsurlara karşı ciddi bir tasfiye yaşlanır.

- Yani dönemine de bir mesaj mı veriyor?

Tabii. Kemal Tahir, "arkadaşlar bu iş çata patla, silahla komitacılıkla olmaz" diyor, kendi romanıyla. Ama Kurt Kanunu sadece bu da değil.

Bir yandan erken Cumhuriyet'imizde nasıl bir kadro çekişmesinin yaşandığını anlatırken bir yandan da tek tek bireylerin dramını verir. O günkü siyasetin biçimlenme dinamiklerini de verir; İzmir İktisat Kongresi'nden sonra çok bambaşka bir yöne gidilmesini de verir. Bir yandan da erken Cumhuriyet'in zenginliğinin kaynağını da tartışmaya açar. Bir toplumsal tarih metni olarak filan değil, bir yazar kimliğiyle, estetik bir kavrayışla bambaşka bir hikâye kurar. Soru sorar.

İzin verirseniz çok uzatmadan romandan bir bölümü anlatmak istiyorum. Bence Kurt Kanunu'nda Perihan karakterine çok dikkat edilmesi gerekiyor. Kendisi, bir İttihat ve Terakki kadrosunun eşidir. Eşinin evde bulunmadığı bir sırada, eşinin arkadaşının bir takipten kaçtığını görür, onu eve alır, saklar. O günkü ahlakî normlar çerçevesinde o karakter Perihan Hanım'la evliliği sürdüremeyeceğini söyler. Ayrılırlar. Perihan karakteri bunu niye yapar? Sorumluluk duygusuyla davrandığı için. Romanın baş karakterlerinden Emin Bey, Perihan'ın ağabeyidir. Kara Kemal, Emin Bey'in evinde saklanmaktadır ve sonrasında o evde öldürülür. Emin Bey İzmir suikasti davasında yargılanır. Perihan ikinci kez bir davranışın bedelini ağır biçimde ödemektedir. Yine romanın baş karakterlerinden Abdülkerim kaçmakta, sıkı bir şekilde aranmaktadır. Kaçaktır. Sıkışmıştır. Sığınacak yeri kalmamış bir halde, Emin Beylerin evine tekrar bir umut gelmiştir. Kapıyı çalar. Perihan, iki kez bedel ödemiş biri olarak, bir kez daha maliyet ödemeyi göze alamaz, Abdülkerim'i eve almaz, kapıyı kapatır. Emin Bey, kimin geldiğini sorar; Perihan söylemese de Emin Bey "Emin Bey'i soran arkadaş, ben buradayım" diye naralanarak sokakta kaçağın peşine düşer. Romanın finali böyledir.

Onca kayıplar, sıkıntılar yaşamalarına rağmen insanların toplumsal olarak sıkışmış bir insana yardımcı olma ve sorunlara taraf olma anlamında muazzam bir sorumluluk üstlenmeleri bahsi vardır. Kitapta başlıbaşına kocaman bir bölüm olarak sorumluluk konusu işlenir.

Romanın sadece bir sol eleştirisi, erken Cumhuriyet eleştirisi gibi okunması, kitaba, yazara büyük bir haksızlık gibi geliyor bana.

- Yerleşik tarih anlayışına ve toplumu anlama biçimine itirazı eserlerindeki temel eksen sanırım?

Üç düzeyde itirazı var; yerleşik tarih anlayışına yani tüm tarihin 40-50 yıldan ibaret görülmesine; o gün için sol siyasete hâkim olan Batı düşüncesinin hazır kalıplarıyla Türk tarihin ve toplumunun açıklanması girişimlerine ve 1960'larda gençlerin siyasetle kurduğu ilişkinin mahiyetine, silahlı mücadele yöntemlerine, aynı şekilde askeri müdahale aracılığıyla iktidara gelme arayışlarına.

Sol Bölünmeler Üstüne Konuşma'da, durun şuradan okuyalım: "Ben, 1960'tan bu yana olan sosyalist eylemleri, sosyalist olayları, sosyalist davranışları, sosyalist gruplaşmaları, müspeti göstermesi bakımından değil, neyin olamayacağını göstermesi bakımından değerlendiriyorum"

- Bu dışarıdan bakışta örgütlü sol siyasette yer almamış olmasının etkisi var mıdır?

30'lu yıllarda örgütlü solu görmüş, o deneyimi yaşamış. Ama bütün o sol entelektüel çevrelerle hep ilişki içinde olmuş. Öyle ki TKP ile ilgili bir görüşme olacaktır, birine ulaşılacaktır, ulaşılamaz, son çare Kemal Tahir'e gidildiğinde, Kemal Bey o iletişimi kuracaktır.

Bu gözlemlerinden ve yaşadıklarından yola çıkarak bu tarz hareketlerin salt pratik üzerinde şekillendiğini söylüyor. Uzak duruyor, angaje siyasi ilişkiler geliştirmiyor. Mesafeli. Bu çok net. Sol siyasetin teorisizliğini, ki o 'sıfır teori' diyecektir, eleştirir. Türkiye'yi tanımayı, Marksizmin, klasikler anlamında, bizimle ilgili ne söylediğini önemser, teorinin de ülke gerçeklerini bilmemekten kaynaklandığı tespitinde bulunur.

Şimdi, Göl İnsanları'nda çok ilginç bir tartışma var. Bulgaryalı İbrahim karakterinin, ki Türkiye'de Selanik ve Bulgaristan muhacirleri aracılığıyla sol kültürün yaygınlaşması gibi bir olgu da var, Terkos'ta bir grup işçiyle çalışırlarken resmen artı-değer teorisini anlattığı bir bölüm vardır. Patronun onları sömürdüğüne dair bir analiz yapar, yanındakilerden biri, öykünün baş karakteri, "Hep beraber oturuyoruz, çalışıyoruz, para kazanıyoruz işte" gibi yanıt verir. Fakat bu emek sömürüsüne itiraz etmeyen adam, patronun ergen bir erkek çocuğunu cinsel istismarına itiraz eder. Sömürüye, maddi sömürüye itiraz etmeyen insan, ahlaki motivasyonlarla patrona itiraz eder.

1941'deyiz. Kemal Tahir'in Marksizmle ilişkisi henüz kaba saba bir materyalizm düzeyindeyken, bu olgu üzerine düşünmesi ilgi çekici. 

"Kalemle kılıç arasındaki Kemal Tahir"

- Devlet Ana onun bu eleştirelliğini yansıtan temel eserlerden biri olarak görülüyor. Toplumu tarihsel akışla anlama ve açıklama konusunda bu eser tam olarak ne söylüyor?

Toplumu Batı gelişme çizgisiyle açıklamaya itiraz eder bu eserle. Devlet Ana da çok katmanlıdır. Osmanlı Devleti'nin kuruluş dönemine, henüz beylik olma sürecine ilişkin 2 aylık bir süreyi anlatır.

Doğu ve Batı toplumlarının farklı olduğunu anlatır, bu farklılık oryantalistik ve dikotomik bir farklılaşma değildir. Hem İslam hem Bizans hem de Osmanlı geleneğinin Batı'dan farklı olduğu tespitinde bulunur ve burada bir siyaset önerilecekse bu dinamiklerin göz önünde bulundurulması gerektiğinin altını çizer.

Öte yandan 1960'lı yıllarda imparatorluğun kaybı, kendi sorunlarını bağımsız bir şekilde çözme kapasitesi geliştiremeyiş ve sürekli Batı müdahalesine maruz kalmanın yarattığı bir psikoloji hem entelektüellerde hem de geniş toplum kesimlerine yaygındır. Bir tür aşağılık kompleksi. Yapamayız, edemeyiz... Diğer yandan da Türk tarihi de 50-60 yıla indirmişsiniz zaten… Kemal Tahir Devlet Ana ile buna itiraz eder. Türk insanının çok farklı tarih dönemlerinde bir hayatta kalma becerisi ve performansı olduğunu romana döker. Bir avuç insan; bir tarafı batak, bir tarafı Bizans, bir tarafı Moğol… Kaçacak yeri yok, orada tutunmak zorunda. Bu arada Kemal Tahir muazzam bir coğrafya bilgisini esere yedirir. O insanların tutunma becerisini, örgütleşme kabiliyetini ve siyasete dönüşmesini muhteşem bir hikaye anlatıcılığıyla dile getirir.

Kemal Tahir'in çözülmenin romancısı olduğunu söyledik… Bakın, Devlet Ana'nın geçtiği dönem, bütün büyük güçlerin çözüldüğü bir dönemdir. Bizans çözülmüş, Anadolu Selçuklu diye bir şey kalmamış, Moğol eski gücünü yitirmiş, toparlanıp kaçmanın derdinde. Her şeyin çözüldüğü, bittiği, krize girdiği bir tarih döneminde bir avuç insanın, kısıtlı imkanlara rağmen devlet oluş öyküsü… Bir başka deyişle Devlet Ana'nın, yeni baştan başlamanın imkânlarına, bu coğrafyada siyaset yapmanın imkânlarına değindiğini, bunu tartışmaya açtığını düşünüyorum. Bu coğrafyada yaşayan bütün unsurları kuşatıcı bir siyasetin imkânlarına kafa yorar.

Eser bir yandan da otobiyografiktir. Oradaki Kerim Can karakterini, Kemal Tahir gibi düşünülebiliriz. Roman boyunca, Kerim Can'ın karakteri etrafında, kılıçla kalem arasında muazzam bir gerilim vardır. Medreseyi mi seçecek, savaşçı mı olacak? Bir tür Kılıç mı Kalem mi? Tartışması. Bu gerilim, Kerimcan'ın dramına dönüşür. Sonuçta, spoiler vermeyelim ama, Kerim Can'ın seçimi Kemal Tahir'in seçimidir. Solu, solun siyaset yapma biçimlerini konuşurken, bu konuyu da göz önünde bulunduralım.

- Yakın zamanda Ketebe Yayınları'ndan iki kitap çıktı: Kolaya Kaçmayalım ve Yüz Bin Çiçek Saksısına Bakan On Adam. İlki Tahir'in 1950, yani hapishaneden çıkışı sonrası kaleme aldığı yazıları; ikincisi ise hapishaneye girmeden önce Son Posta'da yayımlanan yazı ve röportajlarını içeriyor, yani gazetecilik dönemini… İlk kez bir araya getirildi ve yayımlandı bu yazılar, röportajlar. Siz de bu projenin başında yer alıyorsunuz, neden böyle bir şeye ihtiyaç duydunuz?

Bir sefer Kemal Tahir'le ilgili mevcut okumalar Nâzım Hikmet'le tanışması, onunla ilişkisi ve 1950 sonrası Anadolu gerçekliği üzerine yazdığı romanlara odaklanıyor. Hayır, Kemal Tahir 1930'lardan daha erken dönemde, 20'li yaşlarının ilk yarısında büyük yazar olmanın bütün işaretlerini vermişti. Geçit dergisinde yazdıkları bunun kanıtıdır. Son Posta yazıları da... Aynı şekilde bu dönemde yazdığı öyküler, tefrikalar da...

İkinci evresinde, gazeteciliğe başladığı, sol çevrelerle ilişki kurduğu yıllar ve burada da Kemal Tahir röportajcılığının ne kadar iyi olduğunu görüyoruz. Yüz Bin Çiçek Saksısına Bakan On Adam'da okursunuz: "İcra Dairesinde Bir Saat", "Adliye Koridorlarında Bir Gün", "Beyoğlu'nda Bir Pazar…" Bu yazılarında muazzam bir gözlem gücü var. Kısası, 1938'de Kemal Tahir cezaevine girmeden önce büyük yazar olmanın bütün işaretlerini verir.

Kemal Tahir özellikle Devlet AnaKurt Kanunu ve Yol Ayrımı'nda gerçekten üzülerek ifade edilmeli ki sol düşünce çevrelerinde mahkûm edilmeye başlar. Hem Cumhuriyet dönemindeki siyasetin işleyişine dair eleştirel ve sorgulayıcı tavrı hem de Osmanlı mirasına başka türlü bakmasından dolayı ya da o günkü sol siyaset yapma biçimlerini kritik ettiği için… Bir tür gömülme muamelesine maruz kalır. Eleştiriler birbiri arkasından gelir.

Kemal Tahir sağlığında bütün o tartışmalara cevap vermiştir. Beş Romancı Tartışıyor, roman sanatı üzerine ne kadar düşündüğünü, Anadolu gerçeğine ne kadar hâkim olduğunu gösteriyor. Türk Romanı açık oturumunda yine bu tartışmalara cevap veriyor. Gömülme süreci bunların üzerini örtüyor. Bütün bunlar Kemal Tahir'in toplum tarihi tartışmalarına, devlet-siyaset meselesine de olağanüstü net ve berrak şekilde baktığının göstergesi.

Kemal Tahir'le ilişki kurma bağlamında, yazarlık serüveni ve sol siyaset üzerine düşünceleri bağlamında bu iki kitabın iyi okunması gerektiğini düşünüyorum.

Bugüne ne söylüyor?

- Peki neden Kemal Tahir'le ilişki kuralım? Kemal Tahir'i anladığımızda bugüne dair neyi anlamış olacağız?

Kemal Tahir, Türk edebiyatında meselesi olan yazarlardan. Türkiye'nin sorunlarıyla doğrudan ilişki kurmuş ve onun üzerine düşünmüş, bunları romanlaştırmıştır. Bunlar eski Sovyet tarzı ideolojik roman gibi de değildir. 60'lı yıllarda birlikte anıldığı diğer edebiyat isimlerine bakıldığında hâlâ hayatiyetini sürdüren klasikleşmiş bir yazar. Okurda karşılık bulan, kalıcılaşan bir yazar.

Okur, Kemal Tahir'le ilişki kurdukça kendisiyle ve Türk modernleşme serüveniyle; burada aydının, entelektüelin, bürokratın tavrıyla ilişki kurmuş olur.

Örneğin bakın, Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu'nda Nermin Hanım karakteri, çağdaş kadın ve aile tartışmalarında muazzam bir perspektif verir size. Kadın ya da erkek temsili meselesinin dışında bir şey söylüyorum. Kemal Tahir'in geliştirdiği Nermin Hanım karakteri ilk kitapta çok naif bir karakterdir ama Esir Şehrin Mahpusu'nda güçlü bir karaktere dönüşür ve bir anda aydının zayıflığını anlatmak konusunda kilit bir konum kazanır; "Siz ailenizin ve çocuklarınızın sorumluluğundan kaçmak için hapishanelere kaçtınız" der. Aslında Kamil Bey'e hitaben söylenen söz, bir anda aydının zayıflığını ifadeye dönüşür.

Biraz önce bahsettiğimiz gibi okur, Kurt Kanunu'nun sonundaki "sorumluluk" tartışmasıyla kendi içinde yaşadığı toplumun sorunlarına müdahil olma üzerine düşünecektir. Daha aktif bir özneleşme imkânı yakalayabilecektir. Genç kuşağın nasıl bir süreçten geçtiğimizi anlamaları için Bir Mülkiyet Kalesi'ni okumalarını öneririm örneğin. Koca bir imparatorluğun elimizden nasıl yitip gittiğini, onun sıkıntılarını göreceklerdir…

"Batı sorunu": Tarih, geçmiş, kültür sizi bırakmaz

- Kemal Tahir'de ve dönemindeki diğer aydınlarda Batı, Batı'ya nasıl yaklaşılması gerektiği, Batılılaşma merkezî temalardan birini oluşturuyor. Kemal Tahir, Batı'yı nasıl görüyor, biraz açalım mı?

Öncelikle şunu söyleyelim, siyaset düzeyinde bir eleştiriyi bir dünya kavrayışı şekline dönüştürmemek lazım. Ben Türk modernleşmesini izahta Kemal Tahir'den farklı düşünüyorum ama o, III. Selim'le başlayan yenileşme sürecinde bir şeyleri gözden kaçırdığımızı; politikaların kendi toplumsal, tarihî ve mülkiyet gerçekliğimize uymadığını, bir türlü de ilerletemediğimizi düşünür. İster yeni ekonomi yaratma biçimleri, ister İttihatçılar, ister Mustafa Kemal dönemi… Toplamda bu uygulamalara itirazı vardır; uygulamaların bir türlü kökleşememesi nedeniyle yöneltir bu eleştirilerini. Ancak siyaset düzeyinde eleştirilerdir bunlar.

Öte yandan Batılılaşma eleştirisi gerek Cumhuriyet öncesi gerekse Cumhuriyet sonrasında bir devamlılık içerisindedir. Ama bu Kemal Tahir'in modern dünyayla ilişki kurmayı reddetmesi anlamına gelmiyor. Muhafazakâr perspektiften bakmaz. Taşradan konuşmaz... Galatasaray Lisesi'nde okumuş; kendi yaşadığı dönem içerisinde Batı edebiyatının bütün mahsûlleriyle ilişki kurmuş. Fransız Edebiyatı'nı, Rus Edebiyatı'nı, Amerikan Edebiyatı'nı tüketmiş bir isim. Kapalı bir taşralılık, dünyaya kapanma anlamında bir Batılılaşma eleştirisi yok Kemal Tahir'de.

Batılılaşma adına uygulamaların kurumlaşamaması üzerine düşünmemiz gerektiğini, bunun sonuçlarını gördüğümüzü ve yanlışta ısrar etmememizi söyler. Bizim hikâyemizin başka türlü geliştiğinin altını çizer.

- Marksizme de böyle bir yerden yaklaşıyor sanırım…

Marksizmi de Batılılaşmanın içinden ve onun devamı niteliğinde görüyor. Bana kalırsa doğru. Nasıl peki? Tüm İslam dünyasında sol, Batılılaşmanın en önemli acentasıdır, aracılığını sütlenmiştir. Gelenekten kopuş, laisizm, milliyetçilik…sol düşünce ile ilişki içinde gelişmiştir.

- O dönemin Batı tartışmalarının bugüne nasıl yansımaları var? Toplumun Batı'yı algılayış biçimi ve devlet düzeyinde ele alış biçimi nasıl?

Bu sadece Türkiye'nin sorunu değil. Kemal Tahir'in de sorunsallaştırdığı üzere bizim 200 yıllık bir Batı sorunumuz var. Dostoyevski de bunu sorunsallaştırıyor, Tolstoy da öyle… Anna Karenina sadece tutkulu bir aşk hikâyesi değildir. Rus toplumunun öyküsü, Rus modernleşmesi, kalkınması, Batı sorunu bağlamında da okuyabiliriz bu eseri.

Rusya'nın da İran'ın da Mısır'ın da bizim de bir Batı sorunumuz var özetle.Çin'in de. Bütün Doğu'yu kastediyorum…

Bugün 1960'lı yılların gerisine düşmüş durumdayız, artık bir Batı sorunu meselesi yok. Herkes egemen söylemin içerisinden konuşuyor. Türkiye'de gerek küreselleşmeyle ilgili, gerek postmodernizm tartışmaları, hemen tamamı, o söylemin içinden gerçekleşiyor. Bütün bu tartışmalara itiraz sadedinde Türkiye gerçekliği odaklı -Dostoyevski ya da Kemal Tahir benzeri- bir ilgi yok. Sanki dünya bundan sonra böyle gidecekmiş algısı var. Ama gitmiyor ve siz uluslararası sistemin bir parçası olmanıza rağmen Batı'ya dâhil olamıyorsunuz. Net.

- Neden Türkiye Batı'nın bir parçası olamıyor?

Hristiyan olmasına, Marksizm'le ilişki kurmuş olmasına ve sosyalizm deneyimine rağmen Rusya dahi Batı ve modernlikle ilişkiyi kuramıyor. Yapı, coğrafya, tarih, geçmiş, kültür sizi bırakmıyor.

Dolayısıyla Batı sorumumuz, modernlik sorunumuz olmaya devam edecek. Bu da Kemal Tahir'i çağdaş kılan meselelerden bir tanesidir. Eğer yatıp kalkıp modernlik karşısındaki Rus bireyini araştıran Dostoyevski'yi okuyorsak yatıp kalkıp Türk toplumunu araştıran Kemal Tahir'i de okuyacağız.

- Son olarak hep solun içinden yazmış bir isim olmasına rağmen bugün Kemal Tahir'in soldan bir portresinin çizilememiş olması neden olabilir?

Bana göre sadece sol değil; Türkiye İslamcılığı, muhafazakârlığı ve Türk siyasi aktörleri Kemal Tahir'le başka türlü bir ilişki kurmak durumunda. Kemal Tahir kutsal bir isim değil, dogmalar yazmadı, ama bizim kendi gerçekliğimiz üzerine düşünme imkânları sunuyor. Bu bakımdan Türkiye'nin bütün ideolojik ve siyasi yapılarının ilgi göstermesi gereken bir isim. kestirmeden söylersek kafayı gidip vuruyoruz, Kemal Tahir "kafayı vurmamanın", "arabayı devirmeden siyaset yapmanın" imkanı üzerine düşünmenin, soru sormanın romancısıdır.

HABERE YORUM KAT