İslâmofobia dalgası
Soğuk Savaş’ın bitmesiyle Batı bloğunda “komünizm korkusu”, “İslâm korkusu”yla ağır ağır yer değiştirdi.
Bu korku 11 Eylül eylemleriyle tavan yaptı. Daha sonraki gelişmeler de Batı halkları arasındaki İslâm karşıtı tarihsel korkuyu kollektif korkuya evirdi ve “İslâmofobia”, bugün, Batı’da Müslümanların varlığını ve beraber yaşama inancını tehdit edecek boyutlara ulaştı.
Batı’daki bir takım mihrakların bu korkuyu beslemek için bilinçli ve organizeli hareket ettiği âşikârdır. Bundan kastımız Batı ülkelerinin siyasetine yön veren, Müslüman coğrafyaya yönelik işgal planları hazırlayan ve zaman zaman bilfiil yürürlüğe sokan güçlü bir irade, bu iradenin yön verdiği devlet mekanizması ve buna destek veren kesimlerdir.
“İslâmofobia”; Soğuk Savaş sonrası siyasi, ekonomik ve dinî amaçlarla siyasilerin, medyanın, sinema sektörünün, kimi fanatik din adamlarının ortak katkısıyla sıradan insanların algı dünyasına ağır ağır tehlikeli bir virüs gibi bulaştırıldı. Bu virüs; el-Kâide, Taliban, 11 Eylül, İslâm fundamentalizmi, radikal İslâm, militan İslâm, siyasi İslâm, cihadî İslâm, peçe, burka, antisemitizim gibi bazı kilit kavramlarla faaliyete geçtiğinden, sıradan Batılı hafıza bu kavramlardan birisiyle temasa geçtiğinde İslâmofobik tepkiler vermektedir. Bu da Batı ile Müslüman dünya arasında tehlikeli kamplaşmayı ve Müslümanlara karşı ayrımcılığı beslemektedir.
11 Eylül eylemlerinin meydana getirdiği şok atmosferde operasyonel olarak kurgulanmış ve medya üzerinden servise sunulmuş bazı sorular vardı: “Müslümanlar ötekisiyle beraber yaşamayı neden bilmez?”, “Bizden neden nefret ediyorlar?”, “İslâm, müntesiplerine, Müslüman olmayan toplumlara karşı nefret ideolojisi mi aşılamaktadır?” gibi.
Görüldüğü gibi “soru kiplerinde” ortaya atılan bu ve benzeri iddialar, anlamayı kolaylaştırmak niyetiyle sorulmamış, aksine İslâm karşıtı önyargı oluşturmak ya da varolan önyargıları perçinlemeyi hedeflemiştir. Soru maskesi giydirilmiş cümlelerde, Müslümanların ötekisiyle beraber yaşama kültürüne sahip olmadıkları kanaati yaygınlaştırılmıştır.
Hz. Peygamber’in terörist bir mizansende karikatürünü çizmek, Kur’an sayfalarını yırtmak ve yakmak türünden İslâm’ın kutsallarına yönelik provokatif eylemler bu zeminde planladı. Müslümanlar da doğal olarak buna tepki gösterdiler. Müslüman tepkiler bile; “demokrasi eksikliği”, “totaliter siyasi yapılar”, “tolerans kültürünün gelişmemesi” ve özellikle de “fakirlikle” etiketlendi. Müslüman hissiyatını ve refleksini objektif olarak anlamaya çalışmaktan çok ona oryantalist perspektiften subjektif anlam yüklemeyi tercih ettiler.
Batı’da buna itiraz eden, diyalogtan yana inisiyatif alan, çatışma yerine barış içerisinde beraberce yaşamayı savunan, kültürlerin birbirlerini yok etmeden interaktif ilişkide olabileceğine inanan siyasiler, medya mensupları, sanatçılar ve düşünürler de hep varoldu. Ama ne yazık ki, bunların sesi fazla duyulmadı, belki de duyulmasına müsaade edilmedi.
Medeniyetler arasında çatışma teorisini savunanların gür sedası, medeniyetler arasında diyalog ve hatta ittifak çağrıları yapanların iradesine gölge düşürdü. Batı ülkelerinde yapılan araştırmalar İslâm korkusunun gittikçe derinleştiğini gösteriyor. Bu korku derinleştikçe oralarda yaşayan Müslümanlar da özellikle de güvenlik nedenleriyle daha fazla içe kapanmaya başladılar.
Bütün bu can sıkıcı gelişmeler Batı dünyası ile Müslümanlar arasında karşılıklı güven bunalımı üretmektedir. Bu da büyük bir krizi işaretlemektedir. Ama büyük krizler büyük imkânları da bağrında saklar. Bu imkânların neler olabileceği hususunda, sanırım fazla çalışmadık.
Müslümanlar, modern dönemlerde belki de ilk defa, sadece kendi dindaşları için değil paradigması tıkanan dünya için de bir politika üretmek konumundadırlar diye düşünüyorum. Bunu başarmanın, çıkara dayalı ekonomik, siyasi, sosyal tavır almaktan çok daha önemli olduğu görülmelidir.
Yapılması gereken çatışma teorilerine eklemlenmeden, beraber yaşamaya dair kendi anlam dünyamızın sunduğu imkânlarla düşünce ve siyaset üretmektir. Müslümanların medeniyet tecrübesi bunu kolaylaştıracak zenginliktedir. Bunun için Müslümanların sahip oldukları medeniyet tecrübesinin öznelliğinin farkına varmaları gerekmektedir. Müslüman kalarak ve kendi kavramlarımızla düşünerek yaşanılan krizden büyük açılımlar üretebiliriz.
Bununla teslimiyeti kastetmediğimiz açıktır. Müslüman bir ülke işgal edildiğinde elbette Müslümanlar namuslarını, topraklarını ve bağımsızlıklarını savunacaklardır. Ama Batılı paradigmanın dışında, insan mutluluğunu ve barışı esas alan İslâm’ın insanlığa sunduğu imkânları gösterebiliriz. Bu konuya zaman zaman değineceğiz.
VAKİT
YAZIYA YORUM KAT