İslami Uyanış ve MİLLET Kavramı
İslami uyanış sürecinde alışkanlıklarımızı ve kafa konforunu en çok zorlayan Rabbimizin Kitab-ı Kerim’inde bizi tahkike, araştırmaya, akletmeye ve adalete çağıran hitaplarıdır.
Geçen yazımızda belirttiğimiz arınma ve tahkik sürecini ‘millet’ kavramı üzerinden ele almıştık.
Osmanlı toplumunun dağılma sürecinde iki akım ön plana çıkmıştı:
Birincisi, Sırat-ı Mustakim ve Sebulürreşad çizgisinin yakalamaya çalıştığı yeniden köklerimizden kalkarak İttihad-ı İslam stratejisini öncelemek ve ‘ümmet’i yeniden diriltip inşa etmeye çalışmak.
İkincisi, daha sonra Mustafa Kemal’in dediği gibi ‘Ümmetten bir ‘millet’/ulus yaratmak’. Ki bu akımın da öncülüğünü Türk Yurdu ve İslam Mecmuası çizgisinde toplanmış Türkçüler başlatmışlardı.
Birincilerinin gayesi Said Halim Paşa’nın Buhranlarımız’da belirttiği gibi Anasır-ı İslam’ı ve Oğuzları/Türkmenleri zaaflarını tasfiye edip İslamlaştırabilmek ve diriltilen bir Muhammedi Ümmet temelinden kalkarak geleceğe yürüyebilmekti.
İkincilerinin gayesi ise, dini olanı yeni toplumun inşasında bir harç olarak kullanarak Garplı değerlerle buluşacak yeni bir Türk ulusu/‘milleti’ yaratabilmekti.
İttihad-ı Terakki, İslamcılıkla-Türkçülüğü iç içe geçirdiği İttihad-ı İslam politikasından 1914 yılında vazgeçip Türkçülük akımında, yani bir Türk ulusu inşası istikametinde yoğunlaştığında bu teşkilatın yarı resmi yayın organı olarak da aynı yıl Rabiulevvel/Şubat ayında İslam Mecmuası yayınlanmaya başlandı. Yayın editörü Kazanlı Cedidcilerden Halim Sabit, en velud yazarı da Ziya Gökalp idi. İttihad-ı Terakki Teşkilatı’nın 1911 yılında yayınlanan yayın organı Türk Yurdu ise şu duyuruyu yapmıştı: ‘İslam Mecmuası, Türk Yurdu’nun samimi bir yoldaşıdır.’
Türkçü-İslamcı bir görünüm veren İslam Mecmuası bir taraftan İslam’ın modernizmle uyumu üzerinde dururken, bir yanda da Köprülüzade Mehmed Fuad gibi isimlerle İslam’dan önceki Türk edebiyatı incelemelerine yer veriyordu. Mecmua, ‘millet’ ve ‘milliyet’ fikirlerinin inşası peşindeydi. 13. sayısından sonra Rusya’daki İslami reformcuların etkisiyle, yazıların başındaki Arapça ayet ve hadis metinleri kaldırıldı. Türkçe Kur’an için öncü çalışmalar yapıldı ve ‘dini millileştirme, Türkleştirme’ çabaları öne çıktı.
Sırat-ı Mustakim’den Babanzade Ahmet Naim’in ‘İslam’da Dâvâ-yı Kavmiyet’ eleştirel yazısına cevap Türk Yurdu’nda Ağaoğlu Ahmet’ten geldi: ‘İslâm’da Dâvâ-yı Milliyet’.
O dönemde yeni oluşturulacak Türk toplumuna ‘Türk milleti’ mi, ‘Türk ümmeti’ mi ‘Türk kavmi’ mi diyelim tartışmaları öncelikli gündemdi.
Avrupa’nın bir ihraç ürünü olarak Batı-dışı toplumlara sunduğu seküler temelli ulus/nation toplum modeli, zaafa da uğrasa içinde birçok ana dili farklı kavmi yapıyı barındıran ümmet örgümüzü bozmaya matuftu. Ve 1916 Sykes-Picot tasarımı ve 1921 Kahire Toplantısı ile Avrupalı işgal kuvvetleri coğrafyamızı önce ulusal sınırlara ayırdılar; sonra da ulus toplumlara dönüştürmeye çalıştılar.
Bu hal ‘ümmetten ulusa’ bir inhiraftı.
‘Nation’, Türkçe tercümesinde önce Kur’ani kavramımız saptırılarak ‘millet’, sonradan Öz Türkçe üretimiyle de ‘ulus’ oldu.
Nation’un felsefik ve paradigmal alt yapısını yeteri kadar bilmeyen dindarlarımıza yeni olguya Kur’ani kavramımızla millet demek sempatik geldi. Diğerleri ise İslami bir kavramın muhtevasını bozmak ve onu kullanmak peşindeydi.
Birisi galat-ı meşhur bir kullanım, öteki öz değerlerimize ihanet.
Ziya Gökalp için ulus/‘millet’ kültürel temelli yeni bir toplumsal oluşumdu. Mustafa Kemal’e göre ulus/‘millet’ ırk temelli yeni bir toplumsal oluşumdu. Biz milliyetçiyiz siz ulusalcısınız ayrımının nüansı da burada.
Ama iki yanlış bir doğru etmiyor.
Doğru olan anadilimizi ve kavmi özelliklerimizi Rabbimizin fıtri bir armağanı bilip ‘ulustan ümmete’ yeniden yönelebilmektir.
YAZIYA YORUM KAT