İslami uyanış ve direniş karşısında Batı'nın İslamofobisi
Bartın Özgür-Der’de yüz yüze programlara Hamza Türkmen'in sunumu ile başladı.
Programda "İslami Uyanış ve Direniş Karşısında Batı'nın İslamofobisi"ni Haksöz Yazarı Hamza Türkmen yedi tutum çerçevesinde şöyle anlattı...
İnsan kendini tanıyıp anlamlandırdığı ölçüde kendi dışındaki ile veya öteki ile teması başlar. Rüşd yaşımıza adım atmamızla beraber kendimizi anlamlandırmamız vahiyle veya vahye olan zorunlu ihtiyacımızı kavrayarak ya da la yüsel bir tazda kendimizi yeterli görerek aklımızın sınırlılığı içinde gerçekleşir.
Vahiyle kendimizi ve hayatı okumaya başladığımızda öğreniriz ki Rabbimizin bizi “tek nefisten erkekler ve kadınlar olarak yaratmış, tearufta bulunalım diye de bizi kabail ve şu’b/halklar olarak var etmiştir” (49/13).
İnsanlar ve insan toplulukları arasındaki ilişkinin temeli “Tearuf”tur.
Tearuf yani karşılıklı anlaşma için önce kendimiz dışındakini veya ötekini anlamaya, anladıkça da tanımaya başlarız.
Anlayan ve tanıyan insan başkalarıyla sağlıklı ve kendini geliştirici ilişkiye girer. Bu ilişki biçimimiz tabii ki "öteki" ile kurulur, ama bir Müslüman "öteki"ni tanımlama sonucunda ötekini "ötekileştirme"ye çalışmaz. Zira biliriz ki vahyin muhatabı nas’tır yani insandır. İnsan yaratılışı itibariyle şerefli bir varlıktır. Bu nedenle insanı bir "tehdit" unsuru olarak değil Allah’ın bir “kul”u olarak algılarız. İnsana “renginin veya dilinin farklılığı” (30/22); kavmi, sınıfı, cinsiyeti, zümresi, bölgesi, etnik yapısı nedeniyle öteki olarak bakmayız. İnsanı fıtratından ve vahiyden kopartıp ötekileştirmek şeytanın görevidir. Mü’min tavır, bir insana ıslah edici görevimizle yaklaşmayı zorunlu kılar.
İfadeleri Yusuf Aleyhisselam’a ait olduğu fikri ön planda olan ayette “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” (12/53) bildirimi nefsimizin denetimiyle işe başlayacağımızın önemli bir göstergesidir.
İnsan Nefisdeki nefsi ammareyi tetikleyen yaratılışımızdaki “fücur” kötülüğe meyletme özelliği kadar Rabbimizden insanoğluna iyi ile kötü arasında imtihanı kazansın diye takva nimetini ve düşünme seçme kapasitesini vermiştir. Vahyini göndererek de başı boş bırakmamıştır.
Vahiyle terbiye olmuş bir kişi tearufta bulunduğu kişiyi anlayıp tanımlamasıyla ya Fatiha Sûresi’nnin 4. ayetindeki “Biz” bilincine varır ve A’raf süresinde belirtildiği üzere (7/181) “hak ile adalet yapmaya yönelen bir ümmet” olduğu bilinciyle davranır; ya da fıtrat ve vahiyden uzak olanları “Biz” kavramının dışında bir öteki olarak tanımlayıp onlarla tearuf ilişkisini helal-haram ölçüleri içinde sürdürür. Öteki ile ilişkisini ırk, renk, sınıf, zümre, bölge ayrımı üzerinden yanı ontolojik olarak değil, aynı mayadan yaratılmış insan kardeşliği içinde vasıfsal bir farklılık olarak görür.
Ama hayata Firavun gibi la yüsel ve kendini merkeze alarak hayata sınırsız özgürlük inhirafıyla hatta kendini bir nevi ilahlaştırarak bakan kişi ve zümreler ise, kendi dışındakileri vasıfsal olarak değil ontolojik olarak ötekileştirmektedirler.
Bugün dünyaya hakim olan 100 yıllık aralarla sanayi, uluslaşma ve Aydınlanma/pozitivizm süreçlerinden geçen Avrupa veya dünya görüşü olarak Batı / Occident, köken aradığı Eski Yunan’dan beri hep kendi nefsini ilahlaştırıp kendi dışındakileri öteki görerek, ötekileri düşman ve sürekli köle ve hizmetçi görerek tanımlamıştır. Eski Yunan site devletleri demokrasisinde nüfusun büyük çoğunluğunu teşkil eden o siteyi oluşturanların köle ve yabancılar olmasına rağmen onlar eşit insan ve eşit vatandaş olarak görülmemişlerdir.
Haçlı Seferlerini düzenleyen Papalık ve Roma İmparatorluğu bakiyesi unsurlar, Batı-dışı tüm güçleri Ortaçağdan beri şeytanlaştırmaya çalışmıştır.
Bu eğilimler içinde Avrupa’nın oluşumunda individüalist ve egosantrist yani “ben-merkezci” bir bakış kökleşmiş kendisiyle barışçıl veya savaşçı olarak temasa geçmek isteyen her kesi ve kimliği ayırt etmeden öteki olarak kabul etmiştir. Avrupa ve sonra da Batı’nın/Occident’ın kendi dışında öteki ve düşman olarak ilan ettiği ve nesneleştirmeye çalıştığı tutumunu 7 bölümde değerlendirebiliriz.
Birimci tutum:
Avrupa’nın 4-5 asırlık oluşumundan önce de sonra da Avrupa dışı tüm toplumsal güçler ya öteki düşman olarak ya da Avrupa’da Sanayii Devrimi, Uluslaşma ve Aydınlanma süreçleriyle beraber medenileştirecek ya da imha edilecek yabaniler olarak görülmüşlerdir.
Avrupalılar için Kızıl Derililer’e ve Siyah derililere karşı geliştiren katliamcı ve köleleştirici tutumu bu şekilde algılamak gerekir.
İkinci tutum:
Ayrıca Avrupa örfü tarih içinde Doğu’dan gelen bütün akınları veya muhacirleri Moğol, Peçenek, Oğuz, Arap ya da Müslim gayr-ı Müslim diye ayırt etmeksizin Türk sıfatıyla şeytanlaştırmaya çalışmıştır.
Üçüncü tutum:
Batı, Batı-dışı toplum ve insanlara uyguladığı zulmü, yasakları, kıyımları hep medenileştirmeci, ilerlemeci ve pozitivist misyonuyla felsefik izahlarla ambalajlayıp sahte algı yönetimleri oluşturmuştur. Mesela ezilenlerin sosyolojik tablosunu oluşturmaya çalışmış Karl Mark bile, İngilizlerin el ürünü tezgâhlarda çalışan on binlerce Hindistanlı ipek dokumacısının bir elini bileklerinden kesmesini ilerlemecilik adına desteklemiştir. Zira ona göre tarihi şemaların ilerlemesi, tarım toplumundan sanayii toplumuna, kapitalizmden sosyalist mücadele aşamasına geçmek için makineli tekstil endüstrisinin gelişmesi ve Avrupa sömürünün var olması gerekiyordu.
Dördüncü tutum:
Avrupa ve Yeni Amerika dışı toplum ve coğrafyalara modernist bakış açısını, ulusçuluğu ihraç edip ümmet yapımızı ve tarım toplumuna göre oluşmuş toplum yapılarını bozmak isteyen liberal ve sosyalist yapılarıyla sömürgeci ve emperyalist kapitalizm gücü, hem Urvetu’l Vuska ıslah hareketi ile gündemleşmeye başlayan vahdet ve Müslümanların birliği yani İttihad-ı İslam azmini kırmaya çalışmış hem üçüncü dünyacı dayanışmayı suikastlarla, askeri darbelerle kırmaya çalışmıştır. Tüm insan hakları ve demokrasi propagandasına rağmen Batılı güçlerin Türkiye’deki darbelere; Kral Faruk bin Faysal, İslami Cihad’ın lideri Fethi Şikaki, HAMAS rehberi Ahmet Yasin gibi öncülere doğrudan yapılan suikastlara; Cezayir’de İslami kesimi iktidara taşıyan sürece ve Mısır’da İhvan-ı Müslim iktidarına yapılan askeri darbeye, ve Tunus’ta özgürlükler sağlayan Anayasal yapıya Cumhur Başkanı Said ile yapılan sivil bürokratik darbeye; Libya, Suriye, Yemen halklarının vesayetten kopma çabalarının tedhişe bulandırılmasına ve benzer hukuksuzluklara Batılı ülkelerin gerekli bir tepki göstermemeleri emperyalist tutumlarıyla ilgilidir. Ve bu tutum demokrasi ve insan hakları yaklaşımlarındaki iki yüzlülüklerini ve emperyal niyetlerini sergilemektedir.
Beşinci tutum:
Immanuel Wallerstein’ın da altını çizdiği gibi Küresel kapitalizmin pazarı daralmakta ve yeraltı kaynakları tükenmektedir. Bu süreçte sömürülen ve işsiz kalan Güney, kapitalist ülkelerin bulunduğu Kuzey’e yönelmekte bu da Kuzey’de tedirginliğe ve gelecek korkusuna neden olmaktadır. Sadece Almanya’da bulunan 4 milyon civarındaki Türkiyeli göçmenin veya Almancının arasından açılan ve gittikçe büyüyen işletmelerin sayısı 100 bine ulaşmıştır. 1930 yılında tüm Avrupa’da Müslümanların nüfusa oranı yüzde 8’e ulaşacağı tahmini Batı’da çok hukukluluk ve çoğulculuk söylemlerine rağmen kimliksel bir korku üretmekte; bu evham İslamofobik travmaları ve Ben-merkezci ırkçılık aşırılığını artırmaktadır. İslamofobik tepkiselliğin artışı, İslam dünyasını post-modern bir kimlik tuzağına düşürmek için gerçekleştirilen bütün felsefik ve metodolojik çalışmaların yetersiz kaldığının bir ifadesi olmaktadır.
Altıncı tutum:
İletişim çağında Halkı Müslüman Olan Ülkelere ve Üçüncü Dünya Ülkelerine yönelik güçlendirdiği kültür emperyalizmine rağmen Batılı güçlerin İslami uyanış bilincini kıramamasını, tüm iç dış manipülasyonlara, olumsuz algı yönetimlerine rağmen İslami direniş, ıslah ve inşa bilincinin taşıyıcılarının emeklerine Rabbimizin verdiği gaybi yardım olarak değerlendirmek gerekir. İslami havzalarımızdan ABD ve Avrupa Üniversitelerinin beyin göçü doğrultusunda transfer ettiği üyelerimiz arasından da asıllarımız ile tahkik ederek daha çok bütünleşmeye çalışan ve İslami iklimimize hizmet etmeye gayret eden değerlerimizi de yine Rabbimizin lütfuna bağlamamız gerekir.
Öze-Dönüş, Neo-Gelenekçilik, Tarihselcilik teorilerinin İslami kanallara sokulmaya çalışılması ekonomik imkân, refah, mevki ve titr sunumlarıyla yapılan ayartmalara rağmen çözülmüş ümmet yapısı içinde yeteri kadar yol alamamaktadırlar.
Yedinci tutum:
Batı’nın sömürgeci, vesayetçi, egemen yapısına karşı batı-dışı toplumlarda engellenemeyen muhalif bir potansiyel var. Bu muhalif duyguların rehberliğini fıtratla ve vahiyle barışık İslami hareketler geçirmesin diye, Batı kendi diyalektiği içinde değer olarak yanlış veya sanal muhalif açılımlarla İslam dünyasındaki egemen cahili sistem karşıtı muhalefeti konserve etmek istemeye çalışmakta, Latin Amerika Katolik Kurtuluş Teolojisi gibi kendi içinden ürettiği muhalefetinin yeni sürümlerini bizim dünyamızda insiyatif almasını istemektedir. “Müslüman Sol” veya “Antikapitalist Müslümanlar” bu bağlamdaki sürümlerdir. Emperyal güçlerin önünü açtığı IŞİD, Boko Haram, eş-Şebab gibi şaz ve anarşist silahlı mücadele anlayışına dayanan çalışmalar da büyük ölçüde ıslah çabalarımız; Filistin, Suriye ve Afganistan’da olduğu gibi küresel güçlere karşı “hududullah” çerçevesinde yürütülen İslami direniş hareketleri ile gündemden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Ümmet coğrafyasında ulus devletlerin vesayeti altındaki yaşantının zulmünden veya diktatörlük yapılarından kurtulmak “müstezaflara yardım” şiarı (4/75) içinde acil ve öncelikli görevlerdendir. Ancak vesayet zulmünden ve diktatörlerden kurtulmakla iş bitmiyor. İslami iktidar İslam ümmetinin örgütlenmiş halidir. Oysa dağılmış ümmet yapısının yüz yıldan bu yana gündemde olan “Müslümanların yeniden İslamlaştırılması”, vahyi ölçülere göre itikatta ve amelde ümmetleşmesi gerekmektedir. Rabbimiz de bu haller için tüm Müslümanları uyarmaktadır. “Ey iman edenler, Allah'a, Resulüne, Resullerine, indirdiği kitaba ve bundan önceki kitablara iman edin…” (4/136)
Vahyi bilgi ölçüsüne sahip olmak, sahih inanç sahibi olmak ve salih ameller peşinde olmak en önemli felah ibadeti ve dareyni kazandıracak olan hayat projemiz olmalıdır.
HABERE YORUM KAT