“İslami Mücadelenin Yeni Dili”: Müslümanların Yeni Umudu
Mücahit Gökduman, Hamza Türkmen'in son kitabı "İslami Mücadelenin Dili"ni okuyucularımız için değerlendirdi.
Mücahit Gökduman / Haksöz Haber
Hamza Türkmen’in “İslami Mücadelenin Yeni Dili” isimli kitabı geçen ay, Ekin Yayınları’ndan çıktı. Kitap, ağırlıklı olarak, 2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayıp Müslüman halkların yaşadığı birçok ülkeye yayılan “Ortadoğu İntifadası” sürecinde meydana gelen son gelişmeler ve değişimlerle ilgili yazılardan oluşuyor. Bunun yanında bazı şahsiyet ve kavramlar da kitabın bütüncül perspektifi gözetilerek ele alınmış, aktüele yaptıkları katkılar bağlamında kritiğe tabi tutulmuş. “Müslüman Coğrafyalarda Devrim Süreçleri”, “Küresel Cendereyi Aşmak”, ve “Statüko ile Darbe Arasında Özgürlük Arayışı” başlıklı üç bölümden oluşan kitap, Müslümanların özellikle son süreçte tartışması gereken konuları gündeme getiriyor.
Ortadoğu İntifadası ile ya da Batılı medyanın temenni ettiği bir adlandırma olarak ‘Arap Baharı’ süreci ile beraber Müslüman halklar; geleceklerini kurma ve kazanma, iradelerini yeniden aktif bir özne olarak gündeme getirme yolunda ciddi bedeller ödeyip önemli imkânlar elde ettiler. Bu canlılık ve uyanış, elde edilen kazanımları korumak kadar; siyasal, toplumsal, ekonomik vb. anlamlarda kurulacak geleceğe dair bir stratejiyi istişare etmeyi gerekli kılmakta. Yazar bu bağlamda İslâm ümmetinin, her dönemde ve şartta uygun merhaleyi gözeterek yaşamlaştırması gereken “tertil fıkhı”nın üç temel ilkesine dikkat çekiyor: Kur’an ayetlerini doğru bir şekilde anlayıp imanlaştırmak; çevrede/dünyada olup biten hadiseleri, olguları ve zihniyetleri nesnel olarak kavramak ve ayetlerle olaylar arasında istişare temelinde bağlar kurup çözümler geliştirmek. Bu temel ilkeler bağlamında günümüze ışık tutan yazar, Müslüman halkların gelecek tasavvurunu meydana getirmesi gereken üç aşamayı vurguluyor: Geleceğe hazırlanmak için özgürlük alanları açmak; emperyalizmin tasallutunu, diktatörlerin vesayetini (bazen kısmen de olsa) tasfiye etmek. (Zarurat) İkinci olarak, vesayetin geriletilmesinden sonra İslami modelleşmeye dönük hazırlık aşaması. Bu aşamada; anayasal ve idari işlerin düzenlenmesi, halkın ihtiyaçlarının karşılanıp fıtri ve vahyi temelde kolektif işlerin gerçekleştirilmesi. (Haciyyat) Son olarak, uygulamaların ve birlikteliklerin evrensel anlamda örnek olabilecek şekilde kurumsallaşması. Bu aşamada, yönetim alanında “şura/istişare” uygulaması modelleşebilmeli, ekonomik alanda kapitalist üretim-tüketim biçiminin yerine fıtrat ve tabiat ile barışık alternatif bir iktisadi model geliştirilebilmeli ve kültür, sanat, müzik, mimari vb. alanlarda sistemli alternatifler sunulabilmeli. (Tahsiniyyat)
Mısır’da 25 Ocak 2011 ‘devrim’inden 3 Temmuz 2013 askerî darbesine ve bugüne kadar yaşanan süreç, kitapta önemli bir bölüm arz ediyor. Devrim sürecini hazırlayan faktörler, katılımcı bileşenleri; Mısır tarihinde ilk kez yapılan serbest seçimler ve İhvân-ı Müslimîn’in bir senelik iktidarı sürecince yaşananlar etraflı bir şekilde değerlendiriliyor. Yazar, Mısır halkının özgürlük meşalesini yakarak yerel ve küresel statükonun ürettiği korku duvarlarını yerle bir ettiğini, vesayet sisteminin bundan sonra eskisi kadar güçlü olamayacağını ifade ediyor. Mübarek rejiminin devrilmesinin kesin bir netice değil, vahyi değerleri ikame etme yolunda atılmış önemli bir adım olduğu, bu kazanımın korunması ve tertil fıkhı gözetilerek geliştirilmesi gerektiği işleniyor. 25 Ocak süreci ile beraber ortaya çıkan özgürleşme/”sivilleşme” eğiliminin; ordu, yargı, medya, sermaye gibi vesayet artığı unsurlarla ve sosyalist, liberal, ulusalcı ve “baltacılar” gibi toplum kesimleriyle nasıl boğulmaya çalışıldığı, 3 Temmuz askerî darbesine nasıl “zemin hazırlandığı” dikkat çekici bir biçimde anlatılıyor; mezkur seküler toplum kesimlerinin halkın %25’ine yakın bir bölümünü oluşturduğu ifade edilerek İslâm toplumlarında yürütülen modernleşme/laikleşme politikasının kısmi başarısına dikkat çekiliyor. Yazar, Mısır siyasetinde ilk kez bu denli aktif bir rol alan İhvan-ı Müslimîn’in, “demokrasi” gibi bazı Batılı kavramları felsefi arka planından soyutlayarak bir araç olarak kullandığını vurguluyor. Bunun yanında Mekke döneminde Rasulullah’ın (s) reel siyaset içinde İslamî kimlikten taviz vermeden “ilaf, eman, panayır” gibi araçları kullandığı, bu örnekliğin İhvan-ı Müslimîn gibi hareketler tarafından zamanımıza taşınma iradesi gösterildiğinden bahsediliyor.
Ortadoğu’daki isyan dalgasının Suriye’ye ulaşması ile beraber tartışılmaya başlanan ülkelerden biri de İran oldu. Baas rejiminin katliamları sürdükçe İran’ın Lübnan Hizbullah’ı ile beraber Esed’le safları sıklaştırması Türkiye’de de birtakım sorgulamalara kapı araladı. Kitabın bir bölümü de Suriye pratiğinden yola çıkarak İran’ın iç ve dış siyasetini konu alıyor. Yazar, 1970’li yıllarda İran ve Afganistan’da yükselen İslami uyanışın önemine dikkat çekerken ilerleyen süreçlerde elde edilen kazanımların modelleşemediğini, sahih bir istikamete yönelemediğini vurguluyor. İran’da 1979’da devrim sürecinde yakalanan ve “La Şiiyye La Sünniyye, Vahde Vahde İslamiyye!” sloganıyla kendini gösteren ümmetçi atmosferin, “Büyük Şeytan Amerika!” söyleminde sembolleşen emperyalizm karşıtlığının yerini zamanla Şii asabiyesinin ve Pers ulusçuluğunun aldığı belirtiliyor. “Ali Şeriati Nasıl Davranırdı?” isimli bir bölümün eklendiği bu kısımda, Şeriati’nin ortaya koyduğu örneklik bağlamında İran’ın durumu değerlendiriliyor ve ülkenin gelecekte ulaşabileceği bazı temel ihtimaller sıralanıyor.
Yazar, “Müslüman Coğrafyada Üç Potansiyel Bölge” isimli başlığa konu olan ülkelerden Türkiye’de son dönemde yaşanan “Gezi Parkı” olayları üzerinden siyasal-sosyal bir değerlendirme yapıyor. Türkiye’nin neredeyse her iline yayılan bu eylemlerin katılımcı bileşenleri, eylemcilerin mantığı ve hedefi, kurulan ittifakların temelleri, eylemler boyunca yaşananlar ve alınan tavırlar, Hükümet’in duruşu gibi konular; Mısır’daki Temerrüd hareketiyle benzerlik kurularak ele alınıyor. “Gezi Parkı” eylemlerine katılan ulusalcı elit kadroların yanı sıra, Avrupa Birlikçi liberallerin ve sürece dolaylı olarak destek veren Gülen cemaatinin duruşları kritik ediliyor. Hükümetin ABD-İsrail ve AB/BM çizgisinden bağımsızlaşma siyasetinin bu kesimleri rahatsız ettiği ve nasıl Mısır’da Mursi bazı çevreler tarafından “diktatör” ilan edildiyse aynı şekilde Erdoğan’ın itibarsızlaştırılması ve devrilmesinin hedeflendiği, sürecin uluslar arası bir mahiyet arz ettiği işleniyor.
Yazar, kitabın birçok yerinde değişik şekillerde küresel sistemin “soğuk savaş” sonrası yapısına dikkat çekiyor. Dünyada artık “Doğu-Batı” ayrımının geçerli olmadığı, Rusya ve Çin’in de kapitalist yolla kalkındığı, bu bağlamda “Batı”nın bir coğrafya olmaktan çok bir yaşam biçimini temsil ettiği ve bu yaşam biçiminin tüm dünyada yaygınlaştığı vurgulanıyor. Küresel kapitalizme alternatif bir üretim-tüketim modelinin henüz geliştirilemediği, bugün iktisadî anlamda belli bir refah düzeyini yakalamış ülkelerin büyük oranda bu sömürü sistemine bağlı olduğu belirtiliyor. Türkiye’de Ak Parti’nin BM’nin tutarsızlığına dönük eleştirilerinin ve Başbakan Erdoğan’ın 2012’de “İstanbul Küresel Forumu”nda vurguladığı “Batı artık dünyanın tek merkezi değil” ifadesinin, siyasi arena ve ittifaklarla sınırlı kaldığı, iktisadî bağlamda alternatif bir açılım sunmadığı söyleniyor. Bunun yanında Hükümetin Batı’nın ve ABD/İsrail’in hegemonyasını aşmaya çalışan siyasetinin değerli olduğunu ve geliştirilmesi gerektiğini ifade eden yazar, bu müspet arayışın “Osmanlı” kimliğiyle ya da Türkiye’nin çıkarları çerçevesinde değil, diğer Müslüman halklarla istişare ve diyalog kanallarını canlandırarak paylaşımcı bir tarzda yapılması gerektiğini vurguluyor.
Liberalizm’in felsefesi ve coğrafyamızdaki pratikleri, Türkiye’de Sağ Kemalizm ve yansımaları ile Seyyid Kutub’un Türkiye’de nasıl anlaşıldığı ve yaşatıldığına ilişkin bölümler, kitabın temel perspektifine katkı sağlayan ve örnekler sunan bölümler olarak yerini alıyor. Bazı şahsiyet ve kavramların günümüzde siyaset ve toplum sahnesinde hangi şekillerde karşımıza çıktığı zengin bir üslupla anlatılıyor.
Kitapta yer alan bazı tespitlerin, Markar Eseyan ve Cemil Ertem’in birlikte kaleme aldığı ve okuyucuyla yeni buluşan “Dünyayı Durduran 60 Gün” isimli eserle zaman zaman paralelleştiğini, ortak noktalarda buluştuğunu belirtmekte fayda var. Mezkûr kitapta da “Gezi Parkı” süreci ve Mısır’da yaşanan askeri darbe gibi olaylar üzerinden coğrafyamızın siyasal-sosyal-iktisadî bir tahlili yapılıyor ve geleceğe dair öngörülerde bulunuluyor. Bu bağlamda iki kitabın bazı söylemlerinin birbirlerini zenginleştirdiğini, desteklediğini söylemek mümkün görünüyor.
Özetle söylemek gerekirse Hamza Türkmen’in kitabı bize Müslüman halkların gelecek özlemlerini, özgürlük arayışlarını, direnme azimlerini anlatıyor. Ayakları yere basmayan bir romantizme değil gerçekçi bir umuda sahip olmanın değerini, mücadeleyi mücadele içinde kazanma bilincini, Kur’an’la ve Rasulullah’ın sahih sünneti ile olan irtibatımızı tertil fıkhı içinde her daim canlı tutmanın önemini vurguluyor. Kitabın Bakara suresinde belirtilen ve Rasul’ün ve sahabenin ilk vasıflarından olan “şahitler/şüheda” toplumu olabilmemize katkı sağlaması temennisiyle…
HABERE YORUM KAT