İslam'da kadını anladık; peki Kemalizm'de kadının yeri nedir?
Geçtiğimiz hafta 32. Gün'de Şefkat Der Genel Başkan Yardımcısı Ayfer Erel'i dinlerken, 1980 sonrasında Türkiye'de el değiştiren şeyin sadece siyaset ve ekonomi olmadığının ayrımına vardım. Hem kadın hakları konusuna bakış farklılaşıyor, hem de bu perspektifin sahipleri yer değiştiriyordu. Doğrusu Ayfer Erel'in konuya, "kadınlar da erkek genelevi isterse..." şeklindeki, manipülasyona açık bir pop cümleyle dikkat çekişini frapan buldum, fakat Erel kadınların tavuk gibi boğazlanışından sözederken öylesine sahici ve dolayımsız bir birleştirici dil kuruyordu ki, Türkiye'de kadınlar tarafından ezber edilmiş ayrıştırıcı, tasnif edici söyleme alışkın bir memleket evladı olarak, şaşırdım.
Bildiğiniz üzere, eğitim bu ülkede her şey demektir ve Kemalist kadınlar, kadının eğitim hakkını savunmak için "açık olmayı" şart koşar, onların kriterlerine göre, eğitimliysen açık, kapalıysan eğitimsiz olmak zorundasındır. Aksi takdirde, irabta mahallin, onların kalbine değme istihkakın olmaz, olabilemez. Bunun sebebine geleceğim; ancak önce bir teslimde bulunmalıyım; Amargi'nin hakkı Amargi'ye, bütün kadınları aynı kefeye koymak olmaz, günümüzde bazı kadın dernekleri olduğu gibi, siyasette ve medyada olan çoğusu sol görüşlü vicdanlı kadınlar da, "İslam'ın kadını geri bıraktığı, o halde kadının özgürleşebilmesi için İslami olan her şeyden arındırılması gerektiği" yolundaki Kemalist teze itibar etmedi/etmiyor. Kadını geri bırakan İslam değil, Cumhuriyet rejiminin de büyük bir sinsilikle sürdürdüğü ataerkil yapı çünkü.
Türkiye'de kadın hakları konusundaki ilk hareketlenme 1980'lerde başladı. Tekeli (1993), Işık (2002) ve Kum vd.'nin (2005) aktardığına göre, kadın hareketi ve kadına yönelik şiddete başkaldırılar, küçük gruplar halinde yapılan bilinç yükseltme toplantıları, sokak gösterileri, kısa ömürlü dergi ve yayınlarla kendini göstermeye başladı. 1987'de Çankırı'da "kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerek" atasözüne atıfla eşinden dayak yiyen hamile bir kadının açtığı boşanma davasını reddeden bir yargıca, kadınların açtıkları manevi tazminat davasından bugüne kadar hareketin içeriği de değişti.
2000'li yılların öncesinin aksine, artık kadın cinsiyet temelli bir kimlikle tanımlanıyor ve erkek kimliğinden farklı konumlandırılan bu kimlik üzerinden siyasi, kültürel ve psikolojik ataerkilliğin otorite/egemenlik algısı sorgulanıyor. Bu söylem, 80'ler sonrası oluşmaya başladı ve yavaş yavaş, Kemalist kadınlar gibi ezilen kadını kollamak için önüne "başı açık olmak" ve benzeri bir takım rejim kriterleri koymayan, kadını sırf kadın olduğu için korumayı düstur belleyenlere geçti.
"Peki, Kemalist kadınlar, neden kadını ayrıştırdı?" sorusunun cevabı ise, Cumhuriyet'in "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" mühendisliğinin içeriğinde gizli. Bildiğiniz üzere çok ırklı, çok dinli, çok katmanlı bir Osmanlı bakiyesi devralan yeni Cumhuriyet, "ne mutlu Türk'üm diyene" önermesiyle cinsiyet dahil olmak üzere tüm farklılıkların törpülendiği ve tüm kimliklerin tek bir üst-kimlik potasında eritildiği bir ulus-devlet kurma sürecinin adıdır. Tam da burada, "Ama bir dakika, Cumhuriyet'in kadına verdiği haklar ne olacak? Seçme ve seçilme hakkı, kamusal alanda yer alma özgürlüğü, eşitlik filan?" diyecekler olabilir, yüksek müsadeleriyle, Cumhuriyet rejiminin kadın dostu filan olmadığı iddiasında bulunacağım. İyi bir eş (ve anne) rolüne itiraz ederek kocasına karşı efelenen kadının dipfrizi nasıl boylayacağının Latife Hanım örneğiyle sabit olması değil bu iddiaya kanıtım. 1923 Haziran'ında kurulan ve başkanlığı Nezihi Muhittin tarafından üstlenilen Kadınlar Halk Fırkası'nın kapatılması da değil. Tarihi ve sosyolojik gerçekler.
Cumhuriyet rejiminin ilkelerinin egaliteryan bir toplum değil, bütün farklılıkların Türk kimliği altında yok edildiği bir toplum oluşturma amacı başlı başına bir delil söylediğime.
Bu nasıl oldu? Şöyle: Ulus-devlet olma sürecinde, dişil olanın dışlanması üzerine kurulu "insan" ve "yurttaş" tanımlamasının kapsamının genişletilerek kadınları da içine alacak hale getirilmesi esastır. Kadın öznelliğinin inkarı ise, onları "erkek özne" için görece istikrarlı bir nesne haline dönüştürür. Yani tıpkı örnek aldığı Batılı modeller gibi Cumhuriyet rejimi de, ulus-devlet oluşturma sürecinde kadınlık metaforundan hem modernleşme amacı açısından, hem de milli birlik ve düzenin istikrarının sağlanması açısından simgesel bir öge olarak yararlanmıştır. Postkolonyal teorinin önemli ismi Hindistanlı Partha Chatterjee, bunu "kadının özgürleşmesinin ulusal/tarihsel hedefler içinde eritilmesi ve kadının ikincillik konumunun yeni bir şekilde meşrulaştırılması" olarak ifade eder.
Dolayısıyla Kemalist rejim kadına seçme ve seçilme, kamusal alana çıkma ve eğitim alma gibi hakları tanımış olmasına karşın, görüntüde eşitlik anlamına gelen bu haklar, eşitlik görüntüsü altında ataerkil yapının aynı sertlik ve kararlılıkla sürdürülmesi anlamına geldi. Çünkü yeni rejim kendi denetiminde bir "yeni kadın" imgesi yaratmak ve yeni koşullar altında bile değişmeyen bir şeyler olduğunu kanıtlamak üzere eski ataerkil ideolojiyi yeni koşullara uygun biçimde yeniden üretti.
Sonuçta, Kemalist kadın erkeğin tamamlayıcısı, olarak tasavvur edildi ve kendi gönül rızasıyla erkeklerle yan yana, omuz omuza ataerkil yapının savunuculuğu rolünü üstlendi. Kendisini İslam'a karşı konumlandırdığı ve hep "şeriat tehdidine karşı mücadele" psikolojisi içinde olduğu için de, tam göbeğinde yeraldığı bu yapıyı sorgulamadı. Bakış açısı eskidi. Giderek, entelektüel bir birikim edinerek, itiraz etmeye ve kendileri için istediklerini tüm kadınlar için istemeye başlayan solcu ve dindar kadının gerisine düştü. Mesele budur.
YENİ ŞAFAK
YAZIYA YORUM KAT