1. HABERLER

  2. ETKİNLİK-EYLEM

  3.  “İslamcılığın İktidarla İlişkilerinde Ölçü”
 “İslamcılığın İktidarla İlişkilerinde Ölçü”

 “İslamcılığın İktidarla İlişkilerinde Ölçü”

Erzurum’da Özgür-Der Üniversite Gençliği bu hafta Özgür-Der Genel Sekreteri Musa Üzer’i misafir etti.

24 Nisan 2018 Salı 15:42A+A-

Program, İrfan Sünbül’ün Kur’an tilaveti ile başladı. “İslamcılığın İktidarla İlişkilerinde Ölçü” başlıklı konuyu işleyen Musa Üzer, daha sonra konu hakkında yöneltilen soruları cevapladı.

Musa Üzer, konuşmasına öncelikle İslamcılık tabirinin üzerinde durmak gerektiğini vurgulayarak başladı: “Türkiye Müslümanlarının kendilerini tanımlama problemleri eskiye dayanan bir problemdir. İçinde yaşadığımız toplum en zaaflı örneklerine rağmen kendisini İslam’a ait hissedip Müslüman olarak isimlendiren bir toplumdur. Bu durum elbette olumlu bir özellik olmakla beraber; İslam’ı hayatın bütün ünitelerinde belirleyici, başat unsur olarak görüp bir bilinç seviyesine taşıyan perspektife, tavra sahip olan; hayatı İslami bir değişim-dönüşüme tabi tutma hedefi gözeten bütüncüllükten uzaktır. Bu manada İslamcılık,  bilinçli, hedef gözeten İslami düşünceye ve o düşünce doğrultusunda oluşan harekete batılı müsteşriklerin verdikleri isimdir. Her ne kadar bu isimlendirme biz Müslümanlara ait olmasa da içinde bilinçli İslami mücadeleyi şuursuz kitle Müslümanlığından ayıran boyut olması hasebiyle, özel çerçeveyi netleştirmek sadedinde geçici bir ifade biçimi olarak (istemesek de) zaman zaman kullanmaktayız” dedi.

Üzer devamında iktidar meselesine değinerek; “İslamcılığın iktidarla ilişkilerinde ölçü dediğimizde başlıca iki olguyu kabul ediyoruz demektir. Öncelikle İslamcı dediğimiz öznede bazı hasletlerin, hususiyetlerin olduğunu kabul etmiş oluyoruz.

Kimlik olarak bağımsız İslami kimliğe sahip, yalnızca dinin belirleyici olduğu bir ölçü sistematiğini benimseyen insanların; belli bir hedefi olan, belli bir ahlak ile aynı mücadele anlayışı içinde bir araya geldiği, örgütlü mücadele biçimini kesintisiz sürdürdüğü, organizasyonel mücadele çabasını tutarlı bir şekilde ortaya koyan bir İslamcılığın varlığından söz edemeyiz.

Diğer bir olgu olan iktidar ise daha girift bir yapı arz etmektedir. Türkiye ve dünya Müslümanlarının genel müktesebatının algılamaya güç yetiremediği modern siyasetin en kilit kavramı olan iktidar olgusuna nüfuz edemediklerini düşünüyorum” tespitinde bulundu. Günümüz İslamcısının bir siyasal, sosyal olguyu hangi usule, parametreye göre değerlendireceğini bilmediğini vurgulayan Üzer; Kur’an’ı anlamaya dönük geliştirilen bir tefsir usulü, Resulullah’ın söz ve davranışlarını anlamaya dönük kriterleri olan hadis usulü olduğunu, fıkhi meseleleri anlamaya dönük fıkıh usulü olduğunu ama siyasal olayları anlayıp değerlendirmede sistematik oluşturacak bütünlüğü olan bir siyaset usulünden bahsedemeyeceğimizi belirtti. Siyasal-sosyal olayları değerlendirirken hasbelkader, Allah’ın yardımıyla bizi bu günlere getiren bir durumla karşı karşıyayız.

Konuyu Modern devlet, modern siyaset bağlamında bütünsel bir çerçevede ele almak gereklidir. Bu manada olaylara parçacı, duygusal yaklaşımlardan, klasik kalıp ve jargonlardan kurtularak bakmak gerektiğini vurguladı. Modern devlet-siyaset gerçeğini algılamak noktasında hassaten AK Parti iktidarı bağlamında elde edilen tecrübenin de doğru okunması gerektiğini belirtti.

Dinin vazettiği Müslüman tipolojisi ile pratikte mevcut olan Müslüman tipolojisi arasındaki uçurumu görüp varoluş gayesinden başlayıp yeni, kuşatıcı bir siyaset okuması ve dili oluşturmamız gerektiğini belirtti. İktidar meselesini doğru tahlil edebilmemiz için varoluşumuzu yeni baştan tahlil etmemiz gerektiğini; insanın varlık alemi ve Allah ile ilişkisinin yeniden gözden geçirilmesi, o hiyerarşi ve değerler sisteminin yeniden okunup içeriğinin nasıl doldurulduğunun gözden geçirilmesi gerektiğini belirtti. Bu sayede dinin vazettiği mutmain Müslüman tipolojisi ile mevcut, şizofrenik, anakronik Müslüman tipolojisi arasındaki uçurumun giderilebileceğini söyledi.

Yaratılış gayesi itibarıyla yeryüzünün varisi olarak konumlandırılan insanın varlık alemindeki sayısız nimetle donatıldığına, bu dengeyi koruyup kollayacak beceride yaratılmış olup varoluşun dengesini koruyacak bir kullukla memur kılındığına değindi. Musa Üzer iktidar olgusunu geniş perspektifte ele alarak: “İnsan, kul olduğu bilincini unutmaması için de enfüsi ve afaki ayetleri fark ederek akılla ve doğrudan vahiyle de sürekli biçimde desteklenmiştir. İnsanın varisliği için dizayn edilen bu muhteşem sistemin dengesini koruma vasfını da yüce Allah “Salih kullarına” tevdi etmiştir. Bu meyanda Rabbimiz, Enbiya Suresinin 105. ayetinde : Andolsun, Zikir’den (Tevrat’tan) sonra Zebûr’da da, “Yeryüzüne muhakkak benim salih kullarım varis olacaktır” diye yazmıştık.” buyurmuştur.

Yeryüzünün varisi olmak, yeryüzünün denge unsuru olmak esasen iktidarın, siyasetin, hayatın özüdür. İnsanlık varoluş gayesine uygun bir düzeni ancak müminlerin sorumluluğuyla, müminlerin eliyle elde edebilir. Allah’ın bir bütün olarak yarattığı ve müminleri idareye varisler kıldığı yeryüzünde insanoğlunun suni bir ölçü olarak icat ettiği “coğrafi sınır” gibi bir kavramı bugünün Müslümanları çok doğal bir ölçü olarak görebiliyor. Bunun nedeni Allah’ın varoluşta müminlere biçtiği o kuşatıcı perspektife yabancılaşıp Modern ulus devletin, modern siyasetin ve seküler aklın kutsallaştırdığı yapay vatan tasavvuruna biat edebiliyor. Hatta bu sınır anlayışına ilkesel olarak ilk elden karşıt olması gerekirken onu bir çeşit kırmızı çizgi olarak algılayabiliyor. Ya da Allah’ın farklı renklerde, dillerde, suretlerde yarattığı insan zenginliğini ya renginden, ya dilinden ya da doğduğu toprak üzerinden ayrıştırıp kutsayan bir anlayışa saplanarak Allah’ın o bütüncül varislik misyonundan uzaklaşabiliyor.

Günümüz Müslümanı modern hayatın kuşatması altında sadece kendi sorunlarıyla ilgilenecek kadar dar bir alana sıkıştırılmış haldedir. Haliyle sorumluluk alanını bu kuşatılmışlığın ona sunduğu sorunlara göre daraltıp aslında tüm bir yeryüzünden, tüm insanlıktan, tüm ümmetten, tüm hayvanattan ve nebatattan da sorumlu olduğunu bilecek bir genişlikte vakaları okuyamamaktadır. Oysa biz bütün insanların cennete gitmesinden sorumluyuz, Allah’ın yaratığı o muazzam, mükemmel dengenin korunmasından sorumluyuz. Sadece Türkiyeden, Ümmet coğrafyasından değil, Nikaragua’dan da sorumluyuz. Yeryüzündeki ağaçlardan, sırtına fazla yük bindirilen develerden de sorumluyuz. İşte bu doğal sorumluluk alanını gözeterek bakmak salih kulların iktidar anlayışının, perspektifimizin bütüncüllüğünün bir gereğidir.

Varoluş bilincinden kopuklukla beraber Müslümanların iktidar perspektifi, usulü oluşturamamasının bir nedeni de tarihi süreç içinde ilk defa ortaya çıkan yeni bir durum olan modern durumla karşılaşılmasıdır. Bu çapta belirleyici ve çok yönlü bir durum Müslümanı, hristiyanı, taoisti, budisti, şintoisti, yahudisi, ateisti… hepsini modern devlet, ulus devlet vakasının belirleyiciliği altında kılık kıyafetten sanat-edebiyata, alışveriş kültüründen yeme içme adabına kadar şekil verilebilir bir nesneye dönüştürebilmiştir. Müslüman zihin bu tarihsel sürecin belirleyiciliğinden kurtulabilmiş değildir. Bizim siyasetimiz, devletimiz de bu paradigmaya göre şekillenmiştir. Aile yapımız, ekonomimiz, hatta dini anlamaya-fıkhetmeye dönük sistematiğimiz bile modern paradigmaya göre şekillenmiştir. Bu biz Müslümanların inşa ettiği bir durum değildir.

Bu durum tarihten beri var olan devletlerden bir devlet, iktidarlardan bir iktidar olarak algılanamayacak yeni bir durumdur. Bürokratik kurumsallaşma yoluyla toplumu en ucra noktalarına kadar ideolojik bir algı doğrultusunda dizayn etmek, doğduğu andan öldüğü ana kadar fertlerini mobese kamera gibi takip altına alıp davranışlarını şekillendirmek insanlık tarihi içinde karşılaşılan yeni bir olaydır. Bu açıdan bütün ulus devletler ideolojiktir, milliyetçidir. Haliyle bu yepyeni, kuşatıcı habitus karşısında, bu hegemonik durum karşısında özgün, kuşatıcı, varoluş gayesini ıskalamayan bir siyaset-iktidar algısı geliştirip bunu hayatileştirme çabası evvela verili, dayatılmış modern iktidar algısıyla vakaları okumaya çalışmaktan kurtulmakla mümkün olabilir.” dedi.

Musa Üzer devamla, bizim Türkiye özelinde dini anlama-fehmetme çabası güden farklı öbeklerin evvela en temel iddia ve teorik hassasiyetlerine bile uygun davranamadıklarını; kuşatıcı bir bilinç geliştirmek şöyle dursun daraltılmış öncelikli iddialarına bile tezat yaşadıklarını belirtti. İster sufi, ister selefi, ister kur’an’cı, ister akademik Müslüman olalım aynı perspektif yoksunluğunun farklı nüveleri durumundayız dedi.

İslamcılığın bütüncül bir hayatı okuma, özgün, kuşatıcı siyasi perspektif belirleme usulsüzlüğünün yanında mikro düzeyde içinde yaşadığımız ülkede de siyasal olay ve olguları okuma, takip etme, anlama, ve yorumlamada yetersiz olduğumuzu belirtti.

Yeni karşılaşılan mesele ne olursa olsun şablonik okumalardan, komplocu yorumlardan kendisini kurtaramamaktadır. Özellikle AK Parti iktidarının son iki yılında ve hassaten 15 Temmuz sonrasında komploculuğun, şablonculuğun zirve yaptığını görmekteyiz. Yaşanan her olayı dış mihraklar, CIA, Pentagon işi olarak çözümleme kolaycılığının sokaktaki teyzelerden ekran başındaki yorumculara kadar ortak bir dile dönüştüğünü belirtti. Ülkedeki esnaflar bile CIA, Pentagon, Mossad planlarını ezbere bildiği bir şablonculuğa değindi. İktidar yakını medyanın Türkiye toplumunu komplocu şablonlarla besleyerek düşünme zahmetinden kurtarıp düşünemez bir toplum haline getirdiğini söyledi. Belli bir bilgi-birikime sahip Müslümanların bile bu yoğun propaganda bombardımanı altında kalarak o merkezden yönlendirilmiş düşünceye kapılabildiklerini görüyoruz dedi.

Üzer devamla, İslamcılığın iktidarla ilişkilerinde ölçü olarak sayılabilecek, Müslümanları harici siyasal perspektiflerin esiri olmaktan kurtarabilecek bazı önemli hususiyetlere değindi.

Birinci olarak; olayları dikkatle takip etmek, olayı bilmek, olayın ortaya çıkış nedenlerine, tarihsel gelişim sürecine, aktörlerine titizlikle ulaşıp sahici veriler ışığında olayı anlamak gibi hassasiyet isteyen mümince yaklaşıma sahip olmak gerekir. Haliyle bilerek konuşmak birinci aşamadır. Bu sayede çarpıtmaların, abartı ve iftiraların şekillendirdiği dedikodu girdabına düşülmeyeceğini işaret etti.

İkinci olarak; bizler doğru bilgiyi insanlığın hayrına kullanmak için elde etmeliyiz. Yeryüzünün varisi olmak tüm insanlık için iyi olanı istemektir. Doğru bilgiyi hakikat için, insanlığın hayrına olan bir gayeyle istemeliyiz.

Üçüncü olarak; İnsanlığın içindeki Müslüman ümmetin hayrını gözetmek. Olay ve olgulara yaklaşırken mensubu olduğumuz ümmetin maslahatını koruyacak bir perspektifle grup, hizip, parti, cemaat, ülke vb. dar çerçevelerine sıkışmadan bu geniş ailenin hayrına olacak şekilde doğruları elde edip adımlarımızı atabilmeliyiz.

Dördüncü olarak; varoluşumuzun bize yüklediği, iktidarla-siyasetle ilişkilerimizde gözeteceğimiz temel hareket noktası “adil olma” vasfıdır. Bu olurluğumuzun alamet-i farikası, müminliğimizin tezahürüdür. Bunun gereği de adaleti ikame etmektir. Bu manada adalet vasfının diriliğine halel getirecek her tutum ve yaklaşıma karşı net bir tavır içinde olmamız gerekir. Adil oluşumuzun ölçütü bizi ilgilendiren durumlara karşı takındığımız tavırda değil; bize karşıt olan, düşman olan kişilere karşı davranışlarımızda belli olur. Mihenk taşımız biz değil orasıdır. Allah Resulü buyuruyor ki: “İnsanlar bize iyilik yaptıklarında biz de onlara iyi davranırız, bize zulmederlerse biz de zulmederiz diyen zayıf karakterli kimseler olmayın. Bilakis iyilik yaptıklarında insanlara iyilik yapmayı, kötülük yaptıklarındaysa onlara zulmetmemeyi alışkanlık haline getirin” (Tirmizi). Resulullah’ın kendisini öldürmeye gelenlere bile emanetlerinin teslim edilmesini tavsiye etmesi bir ölçüdür.

Günümüzde Müslümanların bile bazı olaylar için “acırsanız acınacak hale gelirsiniz” sadedinde sözler söylemesi, adalet ve merhameti konjonktörel rüzgarlara yedirmesi kabul edilebilir bir tutum olmamalıdır. Merhamet Allah’ın vasfı ve bizden beklentisidir. Cahili anlayışın ürünü olan bu tarz yaklaşımlardan uzaklaşabilmeliyiz.

Beşinci olarak; ahlaki duruş ve tutarlılıktan kopulmaması gerekir. Kur’an ayetleri müşriklerin ahlaki tutarsızlıklarına işaret eder. Müminlerden ahlaki bir duruş ve tutarlılık içinde bulunmalarını bekler.

Altıncı olarak; varoluşumuzun anlam kazanabilmesi için şahitlik bilinciyle donanmamız gerektiğini belirtti. Kendisinin, eşyanın, kainatın ve rabbinin gözetimi altında olduğumuzu bilmemiz lazım. Olaylara karşı gözümüzle, benliğimiz ve kalbimizle şahitlikte bulunabilmeliyiz.

Bütün bu öncüller ışığında, içinde yaşadığımız coğrafya ve üzerinde inşa edilen siyasal örneklik, Müslümanlık karşıtlığı temelinde inşa edilmiştir. Laik Kemalist siyasalın varoluş temeli İslamı silme, mümkün değilse dar alanlara hapsetme esası üzerine kurulmuştur. Bu noktada 28 Şubat Postmodern Darbesine ve oradan hayatın bütün ünitelerinde İslamın konuşulup anlatılabileceği zeminlere gelinebilmiş haldedir. Bu noktada İslamcıların bu yeni iktidar tarzına yaklaşımında dünden bugüne gelinen noktayı, tarihsel süreci ıskalamadan; ama sürecin tavizlere sürükleyen veya yanlış politikalarla sekteye uğratıldığı noktalarda da eleştiri ve karşıt tavırlarını gizlemeyen adil bir tutumu ortaya koyması gerekiyor.

İktidar makamındakilerin insani zaafları karşısında eleştirel olmak, onların üzerinde hareket ettikleri zemini de gözeterek eleştirel tavrımızı korumak gerekmektedir. Bilhassa son iki yılda AK Parti iktidarının ortaya koyduğu milliyetçi eğilim sadece taktiksel olarak görülemez. Modern devlet dediğimiz şey doğası itibarıyla milliyetçilik ürettiği için bir noktada bu hal sürekli ve normal hale evrilebilmektedir.  Mesela “devletin çıkarları söz konusuysa….” Diye öncülleştirilen bir söylemin devamında her politikayı normalleştirici bir dil kullanıp Devlet denilen seküler aygıtı bütün değerlerin üstünde bir amentüye dönüştüren dili İslami ilkelere tezatlığı bağlamında kolayca eleştirebilmeliyiz. Bu manada hikmet-i hükumet sadedinde devleti her meseleyi bilen bir üstün akıl olarak yutturan ifadelerin etkisine kapılmamalıdır. Nitekim 15 Temmuz sonrası görüldüğü gibi devlet darbe planlayan, örgütlü unsurların büyük çoğunluğunu elinden kaçırmış ama on binlerce sempatizan cemaat aidiyetiyle birliktelik sağlamış kalabalıkları cezalandırabilmektedir. On binlerce insanı darbe girişiminin bilinçli unsuru olarak görüp cezalandırmak karşısında adil tutum sahibi olması gereken Müslümanların bile tutarlı, adil bir tavır ortaya koyamamıştır.

Musa Üzer konuşmasını güncel örneklerden FETÖ üyeliğine getirilen kriterler, 28 Şubat mağdurlarının durumu, milliyetçi ölçüsüzlüğün yükselişi, Alparslan Kuytul ve Nurettin Yıldız karşısındaki tutumlar, bağlamında örnekler üzerinden nasıl adil tavır alınması gerektiğini izah ederek sonlandırdı.

pfvo2002.jpg

muoa9977.jpg

nmlv1633.jpg

fool6005.jpg

HABERE YORUM KAT

3 Yorum