İslamcıların varlığını inkar ederek ölümünü ilan etmek...
Sümeyye Sakarya, İslamcılığa yönelik mahkum edici argümanları ve tavır alışları incelemeye devam ediyor.
Sümeyye Sakarya / Tezkire
İslamcılar zombi mi ? Ses ve söz
Post-İslamcılık okumalarının İslamcıları çeşitli şekillerde zombileştirdiğini, bunlardan ilkinin de İslamcıların değişebilecek iradeyi haiz olmadıkları varsayımı olduğunu söylemiştim. İradeden mahrum bırakarak zombileştirmenin yollarından biri bu “değişemezler” iddiası iken, bir diğerinin de “söz” ile ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de İslamcıların değişen retorikleri ve kelime setleri üzerinden yapılan tartışmalarda bunu görebiliriz. Zira bu tartışmalar, İslamcıların söz, dil, logos dediğimiz şeyden yoksun olduğu inancına işaret etmektedir.
İslamcı olmayı belirli bir retoriğe indirgeyerek mahkum etme
Anaakım İslamcılık okumalarının da dayandığı batı siyaset düşüncesinin “insan” konusundaki temel kıstaslarından birisi dil, konuşma, söz söyleme yetisidir. Pek çok önemli düşünürün ilk referansı olması bakımından, bu kıstası Aristotales’in zoe-bios yaşam tarzı ayırımı üzerinden açıklayabiliriz. Buna göre, zoe tüm canlıların ortak özelliği olan salt hayatta olma, canlılık durumunu ifade etmektedir. Ancak bios, kişiye veya gruba uygun ve hatta özgü olan yaşama tarzına tekabül eder. Yani bir insanın hayatı hem zoe’ye hem de bios’a dahil iken, hayvanınki bios’ta olamaz. Bios insana dairdir ve hatta hakkıyla insan olmanın tek yoludur. Bu sebeple, zoe temel ihtiyaçlarımızı karşıladığımız ev’e (oikos) aitken, bios, insanca bir hayat, ancak polis’te, şehir devletinde, siyasette sürdürülebilir.
Peki aradaki fark, yani insanı insan, polis’i polis yapan ve zoe denilen yaşamı polis’in, yani siyasetin dışında bırakan şey nedir? Ses ve söz arasındaki fark burada devreye girer. Polis, tüm canlılara ait olan sesin, söze, yani dile dönüştüğü yerdir. Polis’te insanlar konuşur, tartışır, müzakere eder. Özetle, söz ve dil, insanı, diğer canlılardan ve siyaseti (polis, şehir devleti) de evden (oikos) ayıran şeydir. İnsan ancak diğerleriyle konuşarak, tartışarak, düşüncelerini söyleyerek tam anlamıyla insan olabilir. Bunun bir diğer manası da anlaşılmak demektir. Çıkardığınız seslere söz denilebilmesi ve peş peşe sıraladığınız bu seslerin bir dil olarak kabul edilebilmesi için, yani konuşan bir varlık, bir insan olarak tanımlanabilmeniz için, birilerinin bunları anlaması gerekir. Bir çığlık, kahkaha, ah, bir aslanın kükremesi, bir zombinin inlemesi, bir köpeğin havlaması, söz değildir. Zira eğer çıkardığınız sesleri hiç kimse anlamıyorsa, onlar sizden başkası için dile ve söze dönüşmemiş demektir. Bir zombinin iniltilerinden farkı yoktur. Mesela, bu ayrımlar üzerinden hareket eden Hannah Arendt, siyasal eylemi, insanın kendi biricikliğini, kamusal alanda, başkalarıyla beraberken, söz/konuşma ve edim aracılığıyla “açık etmesi” olarak tanımlar. Orada bulunan şahitlerin bu biricikliği görmesi ve anlatmasıyla da eylemi gerçekleştirenin kahramanı olduğu bir hikâye ortaya çıkar ve bu hikâyeler sayesinde de eylemi gerçekleştiren bir kimlik kazanır, var olur. Zaten Arendt’e göre gerçekten insan olmak ve insanca yaşamak ancak böyle mümkündür. İnsanlar içinde olmayan, söze dökülmeyen bir yaşam artık var sayılamaz. Dilsizleşen kimse insanlığını yitirir ve yokluğa mahkûm olur.
İslamcıların dillerini değiştirmesi ve bu değişimin İslamcıların öldükleri, artık İslamcı olmadıkları şeklinde yorumlanmasını da ses-söz ayrımı üzerinden bir yokluğa mahkûm ediş, zombileştirme olarak okuyabiliriz. Zira, İslamcıların vaktiyle var olmak için kullandıkları, kendilerini anlattıkları ve açık ettikleri “dil” anlaşılabilir ve muhatap alınabilir bir söz ve dil olarak kabul edilmemiştir. Bunun en bariz göstergesi de İslamcıların bu dili kullanmaları sebebiyle gördükleri, bir önceki yazıda da işaret ettiğim muamele olmuştur: Ya polis’ten dışlanmışlar ve siyasetten yasaklanmışlardır ya da çeviri ve açıklama yoluyla yeni bir dil üretmeye zorlanmışlardır. Zoe, siyasette/polis’te sesinin bir söze/dile dönüşmesi sonucu insan/bios olabildiğine göre, İslamcıların “sözleri” nedeniyle polis’ten dışlanması, bizi iki ihtimalle karşı karşıya bırakır:
Ya bu “sözler” şahitlerin gözünde bir konuşmadan ziyade sestir ya da bu sesler (nadiren de sözler) bir tehlikeye işaret ettiği için suçtur. Bu ses, Arendt’in siyasal eylemine referansla söylersek, bir konuşmaya ve dile evrilemediği için de, İslamcılar siyasal olarak eylemde bulunamazlar. Ağızlarından çıkanlar sadece ses olarak kabul edildiği için, eylemleri ve dolayısıyla da konuşma iradeleri ve kendileri ya yok ya da tehlikeli sayılırlar. Mesela dile getirdikleri talepler ya duyulmaz ve İslamcılar yok muamelesi görürler ya da okudukları şiirler, dillerinden dökülen “kelimeler” tehlikeli kabul edilir ve polis’in dışına atılarak cezalandırılırlar.
Her iki durumda da zombi özelliklerinin İslamcılara atfedildiğini söyleyebiliriz. Çünkü her iki durumda da müzakere edilebilecek, masaya oturup konuşulabilecek sözleri olan insanlar değil, iniltileri ya anlaşılmayan ya da muhatap alınacak bir söz değil, paradoksal bir şekilde, tehlike olarak anlaşılan zombilerdir. Paradoksal diyorum zira İslamcılığın, İslam devleti, şeriat, minare, ümmet gibi kelimelere sabitlenmesi veya “minareler süngü” deyişinin tek başına suç kabul edilmesi bir açıdan da söze ve dile kapasiteleri olduğunu kabul etmek gibi görünebilir. Ancak bunlar “ses” değil de gerçek anlamda bir söz ve dil olarak kabul edilseydi ne İslamcılık bunlara sabitlenirdi ne de İslamcılar müzakere edilemeyeceği için polis’in dışına atılması gereken tehlikeli varlıklar olarak kabul edilirdi. Zira İslamcılar, tıpkı değişim iradelerinin reddiyle zombileştirildikleri gibi, sesi, söze ve dile dönüştürme kabiliyetlerinin inkarıyla da zombileştirilmektedirler. Sözü ve dili kimin tanımladığı meselesini bir kenara bırakıp, İslam devleti, şeriat, ümmet deyişlerinin ses; demokrasi, laiklik, insan hakları deyişlerinin söz ve dil olduğunu varsaydığımızda bile, İslamcıların İslamcı kalarak bu deyişleri (insan dilini) kullanamayacakları iddiası, insan değil zombi olarak kabul edildiklerinin bir delilidir.
Peki karşınızdakiler, yani İslamcılar, iradesi ve dili olmayan zombilerse ne yapabilirsiniz? Bunu bir sonraki yazıda tartışmak üzere konuyu şimdilik George Romero’nun 2005 tarihli Land of the Dead (Ölülerin Diyarı) filminden bir sahneyle bitireyim. 11 Eylül sonrasında çekilen ve Amerika karşıtı bir pozisyon alan filmde, zombi kıyameti sonrası hayatta kalanlar nispeten güvenli bir şehir oluşturmuştur. Şehrin zenginleri Fiddler’s Green adlı bir gökdelende lüks bir hayat sürerken, kalan çoğunluksa şehrin gettolarında yaşam savaşı vermektedir. Gökdelenin ve şehrin yönetimi, Bush’a benzerliğiyle dikkat çeken Paul Kaufman’ın elindedir. Zombi istilasına uğramış bölgelere girip malzeme almayı mümkün kılan, Kaufmann’a ait Dead Reckoning adlı zırhlı aracın ikinci komutanı olan ve onun pis işlerini yapan Cholo DeMoro - ki “beyaz” bir aktör değildir ve gettolarda yaşamaktadır - yaptıkları karşılığında Kaufmann’dan öncelikle gökdelenden bir yer, o olmayınca da para ister. Kaufmann’ın cevabı nettir: “We don’t negotiate with terorrists”, “Teröristlerle müzakere etmeyiz”. İlerleyen sahnelerde, bu meseleyi konuşurken bir arkadaşı Cholo’ya Kaufmann’ın ödeme yapmayacağını düşündüğünü söyler. Cholo’nun cevabı dikkat çekicidir: “if he doesn’t, he knows I’m gonna do a jihad on his as*”, “eğer ödemezse, onun kı*ına cihat edeceğimi biliyor”.
HABERE YORUM KAT