"İslâm ve Demokrasi Tartışmaları"
Hayrettin Karaman, Yeni Şafak'ta İslâm ve demokrasi arasındaki ilişkiyi/ilişkisizliği konu edinen bir seri yazısına "entelektüel" ve "âlim" sıfatlarını tefsîr ederek başlıyor.
Hayrettin Karaman - İslâm ve Demokrasi Tartışmaları / Yeni Şafak
Din ile devleti ve siyaseti birbirinden ayıran, ahlâk, yargı, yasama, yürütme ve denetimi kesin olarak dinden bağımsız kılan Batı tipi demokrasi ile İslâm'ın uyuşmadığını yazdım, düşüncem ve inancım budur; beğenen katılır, beğenmeyen katılmaz, ama farklı düşünce ve inanca tahammül, barış içinde birlikte yaşamanın önemli şartlarından biridir.
“Müslüman toplumlar ve demokrasi sempozyumu” ile ilgili bir tanıtım yazısında şu satırları okudum:
“…İslâm dünyasındaki mevcut durum değerlendirmesi yapılacak, eksikler tespit edilip, demokratikleşmeye inanan Abdulkerim Suruş, Raşit el-Gannuşi, Hasan et-Turabi, Ahmet el-Katip, Tarık Ramazan gibi isimlerin önerileri ile yeni reçeteler sunmaya çalışacağız… Bu sempozyum sonunda İslâm-demokrasi uyuşmazlığını savunan söylemin karşısına entelektüel muhtevaya sahip, derinlikli bir yazın ortaya çıkacaktır. İslâm dünyasının kendi içindeki ön yargılarının ve İslâm dünyasına yönelik ön yargıların kırılmasına yönelik önemli veriler elde edilmiş olacaktır.”.
Yine aynı bakış açısı, aynı üstünkörü değerlendirme ve peşin hüküm: “İslâm-demokrasi uyuşmazlığını savunan söylemin karşısına entelektüel muhtevaya sahip, derinlikli bir yazın ortaya çıkacaktır.”.
Ya Batı tipi demokrasi ile İslâm'ı bağdaştıracaksınız veya -bunu yapmazsanız- sizin niteliğiniz şudur: “Entelektüel muhtevadan ve derinlikten yoksun.”.
Atıf yapılan kişilerin düşüncelerini özetleyeceğim, ama bu seri yazıya şu “entelektüel”lik ile başlayalım. Birkaç yıl önce (03.02.2011) şöyle yazmıştım:
Entelektüel kelimesine verilen mana birden fazla, sınırları belli ve kesin bir tarifi yok. “Merakı veya mesleği gereği fikir işleriyle uğraşan”, “hür düşünen, bilgili ve kültürlü”, “seçkin”, “derin idrak sahibi”,”aydın” gibi manalar veriliyor. Osmanlı'dan günümüze bizim kültür havzamızda kullanılan kelimeler içinde bu kelime yok, bizde “âlim, muhakkık, müctehid, ehl-i nazar, mütefekkir, hakîm, mütebahhir, münevver...” kelimeleri kullanılmış ve bu sıfatı taşıyan kimselerin ortak sıfatları yanında farklı özellikleri de olmuştur. (Sıraladığım kelimelerin karşılıkları arasında ortaklık yanında farklar da bulunmuştur.).
Daha çok kullanıldığı manaları göz önüne alarak “entelektüel” kelimesine “bilgili, aklıyla hür düşünen ve düşüncesini hiçbir otoritenin sınırlayamadığı kişi” manası verirsek “Müslüman entelektüel” terkibinde karşılık bakımından problemler olduğunu söylememiz gerekir.
Müslüman ya âlimdir (muhakkık ve müctehiddir) veya mukalliddir.
Dinin inanma (iman, itikad) ile ilgili kısmında taklidin (bir âlime uymanın, o öyle dedi ve inandı diye öyle deme ve inanmanın) geçerli, sahih, yeterli olup olmadığı tartışılmıştır. Ehl-i sünnetin iki büyük grubundan biri (Eş'arîler), durumu müsait olanlar için taklid yoluyla imanın yeterli olmadığını, Matürîdîler ise “mümin” demek için yeterli olmakla beraber bizzat düşünerek, delillere dayanarak iman etmeyenin günahkâr olacağını ifade etmişlerdir. Eş'arîlerin de aynı görüşte olduğunu ileri sürenler vardır.
Dinin ibadetler ve muamelat kısmında ise Ehl-i Sünnet'in genel kabulü “âciz olanların bir bileni taklid etmesi”nin caiz olduğu şeklindedir.
İster iman ister amel konusunda olsun taklid varsa “hür, derin, delile dayalı düşünce” yoktur.
Her iki alanda tefekkür ve ictihad yöntemiyle bilgiye, kanaate, imana ulaşanlara geldiğimizde bunlar için de “aklı, zekâyı, tecrübe ve müşahedeyi mutlak otorite kabul eden, vahyin karşısına bunları koyan” manasında entelektüel ve hür düşünce sahibi denemez.
Bir insan aklı başında ve reşid olunca, kendisine ailesi tarafından telkin edilen din üzerinde bizzat düşünürse, kabul etme veya etmeme şıkları eşit olarak iman meselesine yönelir ve tefekküre başlarsa bu noktada hür düşünce vardır. Ya taklid veya tahkik yoluyla bir kere iman ettikten sonra artık müminin tefekkürünü imanı sınırlar, imanın ışığında düşünür, beşer üstü, ilahi bilgi kaynaklarına itibar eder, aklın yetkisini aşan alanlarda doğrudan vahye dayanır, aklın alanında ise vahiy ile aklın verilerini uzlaştırır, vahyi dışlayamaz.
Kendi adıma söyleyeyim:
Ben eğer layık olursam “âlim, muhakkık, mütefekkir” olarak vasıflandırılmama itiraz etmem, ama entelektüel libası benim vücuduma uymaz; bu elbiseyi giyersem içim başka dışım başka olur.
HABERE YORUM KAT