İslam karşıtlığının kurucu aktörü film endüstrisi
Yusuf Özkır, Sabah Gazetesi'nde yazdığı yazıda Avrupa'daki kültürel ırkçılığın sinema filmleriyle nasıl inşa edildiğine dikkat çekiyor.
İslam Karşıtlığının Kurucu Aktörü Film Endüstrisi
Avrupa’daki ırkçılık, İslam karşıtlığı ve ayrımcılık bu kez Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un fitili ateşlemesiyle tırmanışa geçti. Son yıllarda sık sık görülmeye başlayan söylemsel ve fiili şiddetin Müslümanlara yönelmesi giderek bunun tepkisel değil genel kabul gören bir durum olduğunu gösteriyor. Tam olarak Atilla Yayla’nın Kriter dergisinde yayımlanan söyleşisinde belirttiği “Avrupa kültüründeki ırkçılığın tedavisi yok” tespitini doğrulayan günlerden geçiliyor. Sağduyulu yeni bir yaklaşımın ön plana çıkmaması halinde Avrupa için gelinen noktanın aşırılık ve dışlayıcılık kıskacında şekilleneceği öngörülebilir. Bunun pek çok göstergesi zaten yaşanıyor. Genel olarak Müslümanlara ve özelde ise Türklere yöneltilen dışlayıcı tutum bazen Almanya’da olduğu gibi sabah namazı esnasında cami baskınlarının yapılmasıyla ve Fransa’da yaşandığı gibi özgürlük alanlarının kısıtlanması ve sistematik şekilde hakaret edilmesi gibi çıktılarla gündem oluyor. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’e (SAV) hakaret eden Charlie Hebdo dergisindeki karikatürlerin Macron’un talimatıyla devlet binalarına yansıtılması ise tüm yapılanların yeni bir aşamaya geldiğini ve artık doğrudan devlet eliyle İslam karşıtlığı yapıldığının kanıtı oldu. Bunun bir haydutluk olduğunu söylemeye bile gerek yok.
İslam karşıtlığının can damarı film endüstrisi
Macron’un İslam düşmanlığında Fransa’yı getirdiği noktanın arka planında aşırı sağcıların hezeyanları, artan ekonomik ve sosyal problemler gibi temel sorunların belirleyici olduğu söylenebilir. Ayrıca Türkiye ile girişilen jeopolitik ve jeostratejik mücadele Macron’u sıkıştırmış durumda. Fakat tüm bu sınırlı gerekçelerin ötesinde Avrupa’da zamanın ruhu değişmeye; ırkçıların ve aşırı sağcıların işi gibi görünen eylemlerin ise yeni normali oluşturmaya başladığı bir tablo var. 2001 yılı bu anlamda kritik bir eşik.
New York’taki ikiz kulelere 11 Eylül 2001’de yolcu uçaklarıyla gerçekleştirilen saldırılardan sonra Batı dünyasında hızla yükselmeye başlayan Müslüman karşıtlığı bazen beyaz bir terörist tarafından işlenen katliamlara ve cinayetlere de neden oldu. Mart 2019’da Yeni Zelanda’da 51 Müslümanın bir camide öldürülmesiyle sonuçlanan saldırı da bunlardan biriydi. Beyaz teröristin 70-80 sayfadan oluşan manifestosunda yer verdiği mesajlar ve katliamı işlediği silahların üstüne yazdığı sembolik anlama sahip ifadeler ise hem Müslümanlara hem de Türkiye’ye ve Türklere Avrupa’da yönelen tehdidin bir özetiydi. Sürecin bu noktaya gelmesinde film endüstrisinin katkısı olduğu çok açık.
Çünkü Türkler ve İslam karşıtlığı şeklinde yaşanan olayların kamuoyunda pozitif yönde satın alınabilmesi için bir iletişim bombardımanı yaşanıyor. Filmler ve diziler eliyle İslam’a ait en temel kutsallar şiddet, barbarlık, terör ve savaş gibi kavramlarla özdeş hale getiriliyor.
Burada bahsedeceğim örnekler aslında devede kulak mahiyetinde. Fakat sadece bu örnekler bile film endüstrisi eliyle aslında nasıl bir terör dalgası üretildiğinin kanıtı.
Hollywood yapımları
2007’de vizyona giren The Kingdom filmi klasik örneklerden biridir. Fakat genel anlatıyı betimlemesi bakımından üzerinde durulmaya değer. Pek çoğunda olduğu gibi filmin başında teröristler Amerikalıları öldürmektedir. İzleyicideki öfke duygusunu zirve noktasına taşıyabilmek amacıyla öldürme sahnesi olabildiğince titiz bir şekilde hazırlanır. Bu yüzden sadece öldürenin kullandığı yöntemlerin detaylı anlatısına değil aynı zamanda öldürülenlerin masumluğuna dikkat çekilir. Peter Berg tarafından yönetilen filmde kadınlar, çocuklar ve genel olarak gündelik hayatın içinde mutlu bir şekilde vakit geçiren sivillere aniden saldırılır. Ortalık kan gölüne döner. Bu saldırıyı yapan teröristleri gösteren kamera çekimlerinde şüpheli ve kuşku uyandıran bir prototip izleyiciye hissettirilir. Kötülüğün kaynağı olarak gösterilen kişilere öfkenin artması için müzik ve efektler vazgeçilmez yan unsurlardır. Duruma göre etkiyi artırabilmek için bu aygıtlar ana unsur olarak da kullanılmaktadır. Kadınların ve çocukların öldürülme sahnelerinde yer verilen ağır çekimler izleyiciyi sonraki sahnelerde izleyecek olduğu terörist avına hazırlamak için özellikle kurguya eklenmektedir. Benzer bir tasarım Londra Düştü filminde de görülmektedir. Bu filmde kurbanlar kadınlar ve çocuklardan ziyade devlet başkanlarıdır. Pek çok devlet başkanı acımasız teröristler tarafından Londra’da öldürülmektedir. Filmlerin teröristleri ise tabii ki Müslümanlardan seçilmiştir.
Ayrıca katliam, cinayet ve işkence sahnelerini tamamlayan bir unsur olarak İslam’ın en temel mesajı olan ögeler kullanılır. Mesela The Kingdom‘da bir taraftan Suudi teröristler Amerikalı sivilleri öldürürken onu uzaktan dürbün ile izleyen kişi “Allahu ekber, Allahu ekber” demektedir. Aynı sahnenin 2016 yılında gösterime giren Londra Düştü filmindeki versiyonunda ise cinayetleri işleyen kişi “La ilahe illallah, Muhammeden Resulullah” demektedir. Böylece Müslümanların hayatında birinci derecede rolü olan temel inanç esasları ve onlara aidiyetini veren kavramlar terörle özdeşleştirilmektedir. Bu filmlerin etkisinden olsa gerek 29 Ekim’de Fransa’da kilisede işlenen bir cinayet sonrasında medyaya yapılan açıklamalarda cinayeti işleyen kişinin sık sık “Allahu ekber” dediği söylenmiştir. Gün boyunca bu doğrultuda haber aktarıldıktan sonra aslında cinayetleri işleyenin bir Nazi olduğu ve Nazi sloganları attığı geç saatlerde kamuoyu ile paylaşılmıştır. Fakat filmlerde sıklıkla işlenen şeytanlaştırma tekrarlarının fiiliyata yansımasına iyi bir örnektir bu yaşanan.
Bu filmlerde terörle özdeşleştirilen bir diğer karakter ise İslam coğrafyasının bizzat kendisidir. Bazen arka planda ezan sesi bazen de camilerin kubbeleri veya minareler zemin olarak kullanılmaktadır. Yemen’den, Irak’tan, Afganistan’dan, Türkiye’den, Filistin’den veya Bosna’dan aktarılan sahneler filmin öteki konumundaki mekanını ve zamanını oluşturmaktadır.
Toplamda bakıldığındaysa kurgu olabildiğince tedirgin edici ve dışlayıcıdır. Bazı filmlerde doğrudan belirtilse de çoğunda doğrudan söylenilemeyen “bunların aslında hepsi terörist” yaklaşımı dip ses olarak izleyiciye hissettirilmekte ve bunun doğal sonucu olarak izleyicinin gündelik yaşamına sokulmaktadır. 1978 yılında yayınlanan Geceyarısı Ekspresi filmiyle üretilen çirkin Müslüman Türkiye imajı halen Batılı zihinlerde çok canlı.
Tehlikeli sinyaller
Benim birkaç örnekle sınırlı tuttuğum bu alanda çoğumuz bir çırpıda onlarca film adından bahsedebiliriz. Böyle olması gelinen noktanın hiç de tesadüf olmadığının en büyük işareti. Avrupa’daki her seçim öncesinde veya ekonomik kriz sırasında yaşanan İslam karşıtlığını bu olgularla açıklamak sıradan bir hal almaya başladı. Çünkü artık belirli zamanlarla sınırlı bir durumun ötesine geçilmiş durumda. Siyasal düzlemde Batı’nın karşısına bir öteki koymakla başlayan İslam’ın ötekileştirilmesi süreci sivil toplum, film endüstrisi ve medya eliyle kültürel bir dışlayıcılığa dönüştürülmüş durumda. Avrupa uzmanı Kazım Keskin’in ifadesiyle söylersek yaşanan olgu Yahudi soykırımına giden yoldaki işaretlere çok benziyor. Macron ise bu ötekileştirmeyi bir adım daha yukarı taşıyarak doğrudan devlet eliyle Müslümanların Peygamberine hakaret etme yolunu tercih etti. Dolayısıyla Batılı toplumlarda artan İslam ve Müslüman karşıtlığı ile Hollywood filmlerinde yer verilen Müslüman karşıtı içeriklerdeki artışın eş zamanlı olması birbirlerini besleyen ve birbirlerinden beslenen bir canavarı andırıyor. Bu tehlikeli gidişi önce Müslümanların görmesi gerek. Avrupa aklı film endüstrisi tarafından üretilen İslam karşıtı bir irrasyonaliteyle esir alınmış durumda.
Kaynak: Yusuf Özkır / Sabah Gazetesi
HABERE YORUM KAT